- 7.10.2012 00:00
Lisede fizik dersinde hoca, “Öyle bir kuvvet vardır ki” demişti, “kaynayan bir suya, o çok hassas hesaplanmış F kuvvetini uyguladığınızda kaynayan su aniden donar”.
O zaman scanner icat edilmemişti ama, bir fotokopi makinesi gibi her şeyi kaydediyordum. Hani şu video kayıt cihazlarında yanıp sönen kırmızı REC yazısı vardır ya, beynimin köşesinde bir yerde o sürekli yanar dururdu.
Bu bilgi, bana çok ilginç gelmişti. Bir süre düşündüm. Zıtlıklar ilgimi çekiyordu. Zıtlıkların, yani doğalarında “birbirini sıfırlayan” özellikler taşıyan şeylerin yan yana geldiğinde birbirini yok ettiği iddiası... Bu temelsiz şeye o zaman da kanmadım. Bu kadar basit olamazdı. Hâliyle zıtlıkların varlıklarını birbirlerinden aldıkları savına da uzak durdum. Bundan daha öte, bağımsız bir ilişki-çelişki olmalıydı aralarında.
Mesela, insan doğasında bir sürü zıtlığın bulunduğunu, bunların belirli bir duyarsızlık, hikmet veya acı karşılığında uzlaşabildiğini gördüm. Onlarla bir hayat sürmek pekâlâ mümkündü, bunun sizi bir aziz veya hödük yapması beklenebilirdi, ama bu azizliği veya hödüklüğü tüm doğallığıyla taşıyan insanları da öyle rahatça tasnif edemiyordunuz. Sürüsüyle durum vardı. Hem bir başkasını yargılama, övme veya mahkûm etme yetkisini kim vermişti ki bize! Üstelik amaç aziz veya hödük değil, insan olmaktı, bir insan.
Bir de tüm bu zıtlıkların sürtüşmesinden acı duyan insanlar vardı. İnsanları gözlemliyordum. Acı çeken insanlar vardı. Boşuna acı çeken insanlar vardı. Acı çekmeyen insanlar vardı. Acı çekmemesinin ne anlama geldiğini bilen-bilmeyen insanlar vardı. Acılarına âşık olanlar, ama kendilerini aşağılayan, cezalandıranlar da vardı. Acılarını kendilerini tanımak için kullanabilen, savrulmaların bir lütuf olabileceğini bilen insanlar vardı. Ama bunun altını çizmek tehlikeliydi. Tasavvufa giriyor, bu değerlendirmeleri yapanların ortodoks camialarda pek tekin karşılanmadığını biliriz. Ama kutsal kitaplar bunun sayısız örnekleri ile doludur. İnsan belirsizlik evreninde kesinlik arayan bir gezgindir.
Sonra, beni en çok neyin rahatsız ettiğini bulmaya çalıştım. Evet, dünyadaki kötülük bana acı veriyordu. Kötülüğe dair açıklamalar bulmak zorundaydım. Yoksa Allah muhafaza tavan yapmış empati duygumla çökebilirdim. İyilik yaptığımda iyi hissediyordum, ama huzur kalıcı değildi. Kötülük yapmamak için doğal bir eğilime sahiptim. Bunu hak etmek için hiçbir şey yapmamıştım. Peki, benim zıddıma ne diyebilirdim? Ben bunun için çaba harcamıyordum. O da onun için çaba harcamıyordu. Huzursuzluğun sırrı bu edilgenlikte olmalıydı. Benim koymam gereken malzeme eksikti.
Beni bu iyilik kötülük meselesinden daha çok zorlayan bir şey olduğunu fark ettim, neden sonra. Kötülük acı vericiydi, ama beni ezememişti. İnsanların, tıpkı o kaynayan su gibi aniden ters yönde hareket edebileceklerini keşfetmiştim. İnsanları salt kötü ve salt iyi olarak tanımlayıp sonra düş kırıklığı yaşayanlardan olmadım. Tebessüm ettim ve bir imkân gördüm sadece. İyilik ve kötülüğün doğası, birbirine hızla dönüşebilen izler bırakarak ruh üzerinde kavislerle ilerliyordu. İnsanların içlerinde neler yaşadığını asla tahmin edemezdiniz.
Oyuna girmek için bir F kuvvetine ihtiyaç vardı. Hangi bela beni ters yüz edip yaşamın ortasına atacaktı, çok merak ediyordum. Başardığım her şey bana hep kolay gelmişti çünkü. Bu kadar kolay olamazdı. Okkalı bir tokat yemem, dünyanın çevresinde döndüğü o dingilin bir yerimden girmesi ve bunun beni öldürmediğini, yok edemeyeceğini görmem (mi) gerekirdi.
“Ne sıcaksın, ne de soğuk, ve ben seni ağzımdan kusacağım” sözü, iyiydi. Doğru ciheti gösteriyordu. Yaşamın kıyısında kalanlar, oyuna girmeyenler gerçek lanetliler mi, yoksa potansiyel kutsallar mıdır? Pimi çekilmiş sterilizm... Ekmek de kesebilir, insan da. Kumarhaneye gidip sadece bedava içki ve yiyecek tüketmek ve sonunda fark edilip kapı dışarı edilmek gibi. Ben olsam Voltaire gibi bir kibir kumkuması yerine, Dostoyevski ve Tolstoy’u tercih ederim. Zenginliğini satıp satıp Moskova’nın teneke mahallelerinde dağıtan ve yine de huzur bulamayan Tolstoy ile, kumar borcu için bir haftada eser yazabilen, ama bir de, çok da iyi yazabilen müzmin huzursuz Dostoyevski.
Pavlus, “Ne yapalım, o zaman lütuf artsın diye durmadan kötülük mü yapalım” diyor, kötülüğün insandaki gelişimde nasıl bir etkisi olduğunu anlatmaya çalışırken.
Hepimiz belirli bir sermaye ile doğuyoruz. Ataların gen bakiyesi ile... Sonra çevre ile şekilleniyoruz. Bir yaşa geldiğimizde ise, bu beden ve ruh, görünürde bizim kontrolümüze nispeten geçiyor. Nispeten diyorum, çünkü çoğunluk öyle zannediyor, aslında hâlâ vesayet altında yaşıyoruz. Anne, baba, eş, eski eş, değerli dost, güçlü hami, zengin amca, bir gücü ima eden sembollerin vesayeti altında oluyoruz genellikle. Yalnız kalmaktan korkmanın veya duyguları reddetmenin asıl nedeni bu. Kendimizden sorumlu olmak, kendimizle ne yapacağımızı bilememek. Kendi kararlarımızı almak, bedelini ödemekle yüzleşmek, ama keyfini de yaşamak; o ne? Özgürlük.. kölelikten özgürlüğe geçiş. İnsanlar kendilerinin en gaddar gardiyanıdır. Kendi kendilerini dar hücrelere atarlar. Özgür olduklarını zannettikleri için de bu kölelik, evet burada Faucoult’ya yaklaştık devam eder. Huzursuzluk. Kaynağı budur. Biliriz. Ama bu bilgiyi kendimizden saklarız.
Bana düşen payı buldum sonunda. Benim lanetim-lütfum nedir buldum. Korkarım en zorlu gruptayım.
Ama bu kadarını müsaadenizle sizinle paylaşmayayım.
*36.5 0C yazımda bahsettiğim dizinin ismi Logan’s Run. İnsanların ölüm yaşı da 35 değil 30 olacak. Bilgilendiren okurlara teşekkür ederim.
mesayan@markaresayan.com
Yorum Yap