- 8.08.2012 00:00
Bir ülkenin ne kadar demokratik olduğunu anlamak için önce hukukçularına ve yargının yapısına bakmak gerekir. Militarist, bürokratik vesayetin yansıması olan Türk yargı sisteminde, yeterli olmasa da kimi iyileştirmeler yapıldı. Ama, bir ülkede 2.824 öğrenci cezaevinde bulunduğu hâlde güçlü tepki sesleri yükselmezken anayasal düzeni topyekûn ortadan kaldırmaktan yargılananların tümünün masum gibi gösterilmesi propagandası olanca hızıyla devam ediyorsa o ülkede ciddi demokrasi sorunu var demektir. Haftalar önce bir televizyon programında konuşan ceza hukukçusu bir prof, 28 Şubat darbe davası kapsamında yapılan tutuklamalara karşı getirdiği savunmasında, “28 Şubat üzerinden altı yıl gibi bir zaman geçti. Bu süre zarfında bu insanlara adli tatbikat uygulanmadı neden şimdi uygulanıyor,” gibisinden evrensel hukuk değerlerine ihanet içinde bir açıklama ile darbeseverlere arka çıkıyordu. Bu sözde hukukçuya, programa katılanlardan hiçbiri de demedik ki “Ey vatandaş, Latin Amerika ülkelerinde onlarca yıl önce işlenen darbe suçlarının bir kısmı ancak bugün yargı kıskacına alınabildi, darbeseverlerin iştahını kesecek reformlar bile tek başına yeterli değil, zihinsel dönüşüm zaman alıyor”.
Alın size, darbe kültürü olan bizim gibi ülkelerde adaletin nasıl geç geldiğine binlerce örnekten biri; Şili’nin eski kadın Devlet Başkanı Michelle Bachelet’in babası Alberto Bachelet, dönemin Pinochet yönetiminin askerî cuntası tarafından, daha sonra yine bu cunta tarafından düşürülen Sosyalist Devlet Başkanı Salvador Allende hükümetine üye olduğu için 1973 yılında tutuklanır ve vatana ihanetten sıkıyönetim mahkemesi tarafından yargılanır. Alberto Bachelet, 1974 yılında işkence sonucu ölür. Alberto Bachelet’in, 51 yaşında acımasızca öldürülmesinden 38 yıl sonra, Temmuz 2012’de, Şili mahkemesi, Pinochet’nin, şimdi emekli olan iki eski subayını Bachelet’e işkence uygulayarak öldürmekle suçlayıp sanık sandalyesine oturttu.
Şimdilerde, Taraf’ın haftalardır manşetinden inmeyen, işkence ve tecavüzle suçlanan bir polis şefinin, İstanbul Emniyet’inde Terörle Mücadele müdürlüğüne atanması, “işkenceye sıfır tolerans” diyen hükümet tarafından canhıraş bir biçimde savunuluyor.
Sözde hukukçular ve onların destekleyicisi gazeteler de, Selim Ay olayını görmezden gelirken, Genelkurmay eski başkanı emekli Orgeneral Hilmi Özkök’ün, Ergenekon davasıyla ilgili geçen hafta yaptığı tanıklıktan hareketle, darbe teşebbüslerini sulandırma yarışına girdiler. Hele hele de ana muhalefetteki CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Özkök’ün darbe teşebbüsünü kanıtlayıcı tanıklığını “İddianameler (Darbe teşebbüsleri) çökmüştür” diye yorumlaması, kabul edilebilir değildir. Emekli Askerî Hâkim Faik Tarımcıoğlu, Kılıçdaroğlu’nun ifadesini, yorumlarken, “Hukuki literatürde, ‘Bu konu dinlenemez’ ibaresi vardır. Diğer bir deyişle, Kılıçdaroğlu’nun sözlerinin, hukuken hiçbir geçerliliği yoktur” diyordu. Tarımcıoğlu, tam tersine, Özkök’ün tanıklığı ile kitabın önsözünü yazdığını belirterek, “Hani kitabı bitirirsiniz de, girişine bir önsöz yazmanız gerekir. Özkök, bu tanıklığı ile kitabın adını koydu ve önsöz yazdı. Özkök, iddiaları (Darbe teşebbüsü) doğruladı,” diye de ekliyordu.
Yılların hukukçusu bir şahıs, Cumhuriyet gazetesinde dün yer alan demecinde, Başbakan Erdoğan’ın, Genelkurmay eski başkanı İlker Başbuğ ile ilgili, “tutuksuz yargılanmalı” yolundaki değerlendirmesine yorum getirirken, “Genelkurmay başbakana bağlı” gibisinden gazete okurlarına yanlış bir bilgi aktarabiliyor. Oysaki, darbe izlerini olanca gücüyle taşıyan Anayasa’nın 117. maddesine göre, Genelkurmay başkanı başbakana sorumlu, bağlı değil. Bu ifade de, TSK’ya, siyasi iradeden bağımsız özerk yapısını sürdürme imkânı veriyor. Nitekim, eski cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel,Sabah’tan Yavuz Donat’a, 3 Kasım 2005 tarihinde yaptığı açıklamada, Genelkurmay başkanlarının görev ve yetkilerini kime “bağlı” olarak yürüttüğü hususu Anayasa’da mevcut değildir diye hatırlatarak, bu durumun hukuk devleti ilkeleri ile bağdaşmadığına işaret ediyordu.
Yine militarist hukukçular, iyi bildikleri bir gerçeği saptırma alışkanlığını sürdürecekler askerî reformlar yapılmadıkça. Özkök’ün, muhtıra kelimesini kullandığını belirttiği tutuklu yargılanan dönemin Kara Kuvvetleri komutanı Orgeneral Aytaç Yalman hakkında zamanında niye suç duyurusunda bulunmadığı gibi sorularla, darbe davalarını sulandırıcı davranışlarını devam ettirecekler.
Oysaki, Yalman’ın, muhtıra verilmesinden bahsettiği yıllarda mevcut askerî yasalara göre, generaller, ancak Genelkurmay Askerî Mahkemesi’nde üçü askerî hâkim, ikisi yargılanacak generalden daha kıdemli iki general olmak üzere toplam beş kişilik bir heyet tarafından yargılanabiliyordu. Kuvvet komutanlarından daha kıdemli iki general olmadığı için Yalman rütbesindeki kişilerin yargılanmaları fiilen mümkün değildi. Ancak, yasa değişikliği ile subay üye kaldırıldığı için bu durum şu anda geçerli değil. O zaman ki mevzuata göre, asker kişilerin anayasal düzene ilişkin suçları da dâhil olmak üzere tüm suçlarına askerî mahkemeler baktığı için Hilmi Özkök’ün sivil adli makamlar nezdinde de yapabileceği bir şey yoktu, diye ekliyor bir askerî hâkim okurum.
Genelkurmay Başkanlığı Savunma Bakanlığı’na bağlanmadıkça, keza 1971 muhtırası ürünü ve kuruluşu 1972 yılı olan Yüksek Askerî Şûra’nın da, vesayet aracı olma yapısı değişmedikçe, askerin sözde siyasete hesap vermeye başladığı palavrası, şehir efsanesi gibi anlatılmaya devam edecek.
loglu@superonline.com
Yorum Yap