- 2.02.2015 00:00
Çağdaş devletlerde vatandaşlar tehdit olarak algılanmazlar, algılanırlarsa zaten demokratik devlet olma vasıfları yok sayılır.
Olası terör saldırıları, kaçakçılık, soygun, yolsuzluk gibi ağır cezalık suçlara karşı profesyonel eğitim almış yani acemi olmayan, seçilmiş sivil iradenin kontrolündeki jandarma ve polisten oluşan kolluk kuvvetleri, yargı vasıtasıyla gerekli önlemi alırlar. Bu devletlerde, örneğin, toplumsal olaylar kolluk kuvvetlerinin baş edemeyeceği ölçüde tırmanırsa eğer askerden yardım istenir. Çağdaş devletlerde siyasi iktidarlar, ordudan gelecek verileri de derleyerek dış tehditlerin neler olabileceğine dair aldıkları kararları, asli görevi ülke topraklarını olası dış saldırılara karşı korumak olan askere uygulaması için tebliğ ederler. Yine demokratik devlet vasfını haiz ülkelerde, gerçekten çok gizli kalması gereken bilgiler dışındaki tehdit değerlendirmeleri kısaca Milli Güvenlik Siyaset Belgeleri (MGSB), -ki bizde ‘Kırmızı Kitap’ ya da ‘Gizli Anayasa’ diye de anılır- kamuoyu ile paylaşılır. Bizde paylaşılmaz.
Çağdaş devletlerde, siyasi iradenin ordusuna tebliğ ettiği olası dış tehditleri caydırmaya uygun bir askeri yapılanmayı gerçekleştirmek için, silahlı kuvvetler bir milli askeri strateji belgesi hazırlar. Türkiye’nin Milli Askeri Stratejisi yani TÜMAS olarak bilinen bu askeri belgeden farklı olarak çağdaş devletler, askeri caydırıcılıklarını (taşınacak silahlar, orduların konuşlanacakları bölgeler vs.) yalnızca dış tehdide göre yaparlar. Her ne kadar Türkiye, demokratik değerlere uygun hareket etmesi gereken NATO’nun kıdemli bir üyesi olsa da ittifakın başvurduğu yukarıda özetlemeye çalıştığım tehdit değerlendirme ilkeleriyle çelişir. Bu çelişme haline taze bir örnek verelim. Demokratik devletlerde varlığı tartışmalı olan Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK), önceki günkü toplantısı sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kamuoyu ile daha önce de paylaştığı üzere Gülen Cemaati ya da Hizmet Hareketi ve lideri Fethullah Gülen, yine demokratik devletlerde kabul edilemez bir uygulamayla birinci öncelikli iç tehdit unsuru olarak yerini almış. Haberlere göre, dış tehdit olarak da algılanmış. Karşı karşıya bulunduğumuz gerçek, dış tehdit sorunlarıyla baş etmesi gereken Türkiye’nin ordusuna yüklenen göreve bakın. Ve de ne yaman bir çelişki. İktidar, 2010 yılında irticanın ancak aşırı gruplar için kullanılabileceği dolayısıyla irticanın ve vatandaşın tehdit olarak algılanması anlayışını sonlandırdığını ve bu ibarenin MGSB’den çıkartıldığını açıklamıştı.
Nitekim, Erdoğan başbakanlığı döneminde 2013’te, irticanın, çözüm süreci ile birlikte de ‘bölücülüğün’ sanal bir tehdit olduğunu, toplumu baskı altında tutmak ve statükoyu sürdürmek için üretildiğini ortaya çıkardıklarını belirttikten sonra, “bu ifade ettikleri tehdit unsurlarını ortadan kaldırdık” diyordu.
Cemil Çiçek de Meclis Başkanı sıfatıyla 2010’da yaptığı açıklamada, MGSB’ye atıfla, “Kendi milletini tehdit olarak gören devlet olamaz” derken, dönemin Meclis Başkanı Bülent Arınç ise 2006’da, “Demokratik bir ülkede ‘gizli anayasa’ olamaz” diyordu. Sonra bir ortaya çıktı ki, meğerse iktidar, yukarıda alıntıladığım söylemlerine rağmen 2004 yılında alınan MGK kararıyla ‘İrticaya Karşı Mücadele’ adı altında gerek Hizmet Hareketi’ni gerekse muhalif gördüğü kesimleri hedef tahtasına oturtmuş. Gelelim bugüne. Yeni MGSB’de iç tehdit olarak algılanan hareketlere karşı doğal olarak TSK’nın, TÜMAS’a göre iç güvenlik harekâtının gerektirdiği silahlanma ve birlik konuşlanmasını yapması gerekiyor. Yani iktidar yanlısı yargı ve polis marifetiyle zaten bastırılan, özelinde Cemaat ve genelinde muhalefete karşı şimdi de silahlar mı konuşturulacak? diye mi anlamalıyız bu yenilenecek MGSB ve TÜMAS’ı?
Yorum Yap