- 26.06.2014 00:00
Japon teknisyenler, Fukushima Nükleer Santra-li’nde tsunaminin tetiklediği nükleer santral kazasında, önceliği, zarar gören tesisleri doğru yöntemlerle korumak yerine insanların kurtarılmasına verdikleri için çok eleştirildiler, işlerinden oldular.
Peki, Rusya’nın, Mersin Akkuyu’da inşa edeceği Türkiye’nin ilk nükleer enerji santralinde arzu edilmese de meydana gelebilecek bir olası kazada, Rus uzmanlar tesislerin mi yoksa insanların mı kurtarılmasına öncelik verecekler? Akkuyu’daki santralde, kontrol Rusya’nın mı yoksa Türkiye’nin mi elinde olacak? Türkiye Atom Enerjisi Kurumu TAEK’in, düzenleyici bir kurul olmanın yanısıra projenin uygulanmasından ve denetiminden de sorumlu olacak olması, projenin şeffaflığı ve güvenliği üzerine perde örtmüyor mu?
Tüm bu ve diğer sorular, İstanbul’da, hafta başında düzenlenen 3 gün süreli “Ortadoğu’da Kitle İmha Silahları ve Nükleer Enerji, Ortadoğu’lu Gazetecilerin Eğitimi,” konulu çalıştayda cevabı aranan sorular arasındaydı.
Amerikan Sanat ve Bilimler Akademisi, CNS ve Stanley Foundation adlı düşünce kuruluşları ile Okan Üniversitesi tarafından ortaklaşa düzenlenen bu çalıştay, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu IAEA, Arap Atom Enerjisi Kurumu yetkilileri, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’ndan kimyasal silahların yayılmasının önlenmesine dair uzmanlar ve konuya kafa yoran pek çok yabancı bilim adamı ve bölge gazetecilerini biraraya getirdi.
NÜKLEER ENERJİ SANTRALİ, NÜKLEER SİLAHLANMAYI TETİKLER Mİ?
Çalıştayda işlenen ana tema, yukarıda başlığından da anlaşılacağı üzere, özellikle İran’ın nükleer enerji santralleri kurma adı altında aslında nükleer silah geliştirdiği ya da geliştirmekte olduğu kaygısından hareketle son yıllarda bölge ülkelerinin nükleer enerji santralleri yapımına ağırlık veriyor olmaları ve bu çalışmaların, Ortadoğu bölgesinde ileride bir nükleer silahlanma yarışını da tetikleyip tetiklemeyeceği idi. Bölgede cirit atan radikal dinci terör örgütlerinin, nükleer silah edinim tehlikesi de işlenen konular arasındaydı. Çalıştayda ele alınan bu konulara bir sonraki yazımda detaylı olarak değineceğim.
Çalıştay konumuzun odağında nükleer enerji santralleri olunca ister istemez Türkiye’nin, onlarca yıl sürüncemede kaldıktan sonra nihayetinde içinde bulunduğumuz 21’inci yüzyılda ilk santralini, Rusya ile Mersin Akkuyu’da hayata geçirecek olması da hararetle ele alındı. Bu tartışma öylesine hararetliydi ki, denizden olmadı bir nehirden bile mahrum benim gibi Ankaralıların dahi, güzelim İstanbul Boğazı’nda akşam saatlerinde düzenlenen tekne turunu bile kısmen zehir edebildi. Ama, nükleer fizikçi Prof. Necmi Dayday’ın, damardan İstanbullu olarak, konuklara, gemiyle geçmekte olduğumuz noktalarda yaptığı tarihin arka odası rehberliğinin, Akkuyu hararetini üzerimizden biraz attığını söylemeliyim.
Çalıştaya dönersek eğer, yazımın girişinde vurguladığım sorular, yalnızca Türk katılımcıların değil yabancı bilim adamlarının da gündemindeydi. AK Parti’nin ilk Dışişleri Bakanı Bakanı ve emekli Büyükelçi Yaşar Yakış’ın, Rus teknisyenlerin, olası bir nükleer enerji santrali kazasından ilk etkilenecek olan insanların mı yoksa tesisin mi kurtarılmaya çalışılacağı sorusunun muhatabı tabii ki çalıştayda bulunmayan Türk yetkililer idi. Ama bu sorunun arka planında, Akkuyu Nükleer Santrali’nde kontrolün ne ölçüde Türkiye’nin elinde olacağı endişelerini, iktidarın gidermemiş olması gibi ciddi bir mesele yatıyor.
Diğer bir endişe kaynağı, TAEK’in, Akkuyu ve yapılması planlanan diğer nükleer enerji santrallerinde düzenleyici kurul görevini üstlenirken aynı zamanda santral projesinin denetçisi, uygulayıcısı işlevini görecek olması.
Bu noktada, sorunun odağına, düzenleyici kurulun bağımsız bir denetim mekanizması işlevini de görecek olması gibi şeffaflığı ortadan kaldıran unsur yerleşiyor.
Yani, Yakış’ın örneklemesiyle, TAEK, hem bankaları denetleyen BDDK hem de, örneğin, denetlenen İş Bankası mı olacak?
Santralin bağımsız denetçiler tarafından denetimini sağlamak üzere kurulacak komisyonda, devleti temsil eden Dışişleri ve Savunma bakanlıklarından temsilcilerin olacak olmasının, bu komisyonu ne ölçüde bağımsız kılacağı cevap arayan önemli bir soru.
Çalıştayda altı çizilen önemli noktalardan bir diğeri de; Fukushima Nükleer Santrali kazası ile birlikte bu türden kazaları en aza indirecek tesislerde alınacak güvenlik önlemleri ile Ortadoğu’da Arap Baharı diye anılan muhalefet hareketleri sonucu mantar gibi üreyen radikal dinci terör örgütlerinin, nükleer teknoloji edinim tehlikesi idi.
MADEN GÜVENLİĞİNİ DİKKATE ALMAYAN BİR ÜLKE NÜKLEERDE EMNİYETİ NASIL SAĞLAYACAK?
Çalıştay aralarında sohbet ettiğimiz yabancı bilim adamlarından biri, 301 kişinin ölümüyle sonuçlanan Soma maden kazasında çalışanların güvenliğinin hiç dikkate alınmadığının ortaya çıkmasından hareketle Türkiye’nin nükleer santrallerde insanların emniyetini nasıl sağlayacağının Türk kamuoyunda ciddi şekilde sorgulanması gerektiğine işaret ediyordu. Ben de aynı fikirdeydim ve bu konuda bir yazı da yazdım maden faciasının ilk günlerinde.
Nitekim, İstanbul’da muhteşem güzellikteki bir arazi üzerine kurulu İstanbul Teknik Üniversitesi bünyesinde, “faaliyet gösterdiğini zannettiğimiz” nükleer araştırma reaktörünü ziyaretimiz tam bir hayal kırıklığına dönüştü.
Faaliyet gösterdiğini zanettiğimiz ifadesinin altını çizmemin nedeni, reaktörün aslında pek de faal olmadığı emarelerini gösteriyor olması idi. Dolayısıyla tıbbî alanda kullanılan izotop adlı maddenin de ağırlıklı olarak ithal edilmesi yoluna başvuruluyor.
Reaktörün bulunduğu bölmeye kimliklerimiz sorulmadan yalnızca imza ile girmiş olmamız ise, nükleer malzemelerin yeterince koruma altına alınmıyor olduğunu gösteriyordu.
Dikkat çekilmesi gereken diğer husus da, İTÜ’deki reaktörün bulunduğu alandaki duvara asılı levhadaki radyasyon uyarısına rağmen, koruyucu giysilerin bizlere giydirilmemiş olması. Bu durum, tıpkı Soma da olduğu gibi insan güvenliğine önem verilmiyor dolayısıyla bu kültürden yoksun olduğumuzu bir kez daha bize yaşayarak gösterdi.
Prof Dayday’ın, reaktörün tanıtımı sırasında, 1960’lı yıllarda, Çekmece Nükleer Reaktörü’nün içindeki suda bir işçinin yüzdüğünü söylediği anısı, çok eski yıllara dair de olsa buruk bir gülümsemeye yol açtı kimilerimiz arasında.
Bilger şu yönde ki, aslında yalnızca İTÜ’deki reaktör değil Çekmece’deki nükleer reaktörün de uzunca zamandır hiç faal olmadığı.
Onlarca yıl nükleer santral kurma planları yapan Türkiye’nin, parmakla sayılabilecek kadar az nükleer enerji alanında bilim insanı yetiştiriyor olması ve bunların da çoğunun, İTÜ’deki mihmandarımızın da söylediği gibi iş bulmak için ABD’ye gidiyor olmaları, kötü yönetim kültürünün bir diğer yansıması.
Bu noktada, Nükleer Tehdit Girişimi NTI adlı uluslararası örgütün, 2014 yılına dair nükleer malzemelerin güvenliğini sağlama endeksinde, 151 ülke arasında, Türkiye, üç artı basamak atlayarak 33’üncü sıraya çıkmış ve bu alanda ne iyi ne de çok kötü sınıfına girmiş. Hatırlatmakta yarar var, NTI’in araştırmasına konu olan Türkiye dahil 151 ülke, yüksek düzeyde zenginleştirilmiş uranyum ile plutonyuma sahip olmayan ama nükleer malzemenin kullanıldığı tıbbî aletleri bulunan ve nükleer araştırma reaktörlerini çalıştırmak için düşük düzeyde zenginleştirilmiş uranyuma sahip ülkeler.
Nükleer malzemelerin istenmeyen ellere gitmesinin önlenmesi konusunda ülkelerin yolsuzlukla mücadele düzeyleri de çok önemli.
Amerikan Stanfond Üniver-sitesi’nden, Amerikan Savunma Bakanlığı Petangon’da danışmanlık da yapmış olan Prof. Scott Sagan, çalıştay konuşmasında, NTI endeksinde, Türkiye’nin, gerek yolsuzluk gerekse demokratik istikrarında gerileme olduğuna dikkat çekiyor. Türkiye, bu alanlarda eksi 1 ve eksi 5’e düşmüş.
Yorum Yap