- 23.12.2012 00:00
Hayallerin de ömrü vardır, insanlar gibi doğar, büyür ve ölürler.
Zamanın acımasız dişlileri onları da değirmeninde öğütür.
Yaşam serüvenleri bittiğinde sahneden çekilirler.
Hatta mezarları bile vardır, ölü hayallerin gömüldüğü...
Bilmeden oralara ayak basabiliriz.
Onlarla karşılaşabiliriz.
Fakat onların canlı mı yoksa ölü mü olduğunu ayırdetmek mümkün olmayabilir.
Bireysel varoluşa sahip olmadıklarından insanlar gibi bir seferde toprağın derinlerine gömülüp ortadan yok olmazlar.
Toplumun ortak bilincinden doğdukları için zamanla toprağa karışırlar.
Hayallerimizin bir kısmı yaşadığımız zamanın içinde doğar.
Bize geleceği yaratma coşkusu ve inancı verir.
Bir kısmı da bize bir önceki kuşaklardan miras kalır.
Hâlâ genç ve canlı hayaller olabilir bunlar.
Enerjileri tükenmeye yüz tutmuş da olabilir.
Ancak tarihe şöyle bir gözatınca yaşadığı toplumu etkileyen kuşakların genellikle kendi hayallerini yarattığını farkederiz.
Bir önceki kuşağın hayalleriyle yola çıkanlar, aydınlık bir geleceği muştulayamaz; zira sımsıkı sarıldıkları hayaller çoktan birer dogmaya dönüşmüştür.
Dünün ayakları yerden kesen hayalleri, bugün yaprağı bile kıpırdatacak güçten yoksundur.
Yeni bir dünyayı eski hayallerle kurmak imkânsızdır.
Yeni hayaller kurmadan “dünyayı değiştirmek” de mümkün değil.
Üniversiteler siyasi tarihimizde çok önemli bir yer tutar.
Dünün üniversiteleri dünyayı değiştirme tutkusuyla yola çıkan öğrencilerin eylemleriyle hayatımızı etkiledi.
O gençler büyük hayaller kurdular, yeni bir dünya düşlediler.
Bu ruh taşkınlığı içinde korkunç eylemlere de imza attılar.
Ama ateşli ve heyecanlıydılar; tam olması gerektiği gibi.
Bugünün üniversiteleri ise yolunu bir türlü bulamıyor.
Hâlâ enerjisini tüketmiş hayallerden medet umuyor.
Sözleri, eylemleri ruh çağırma seanslarına benziyor.
Yardıma çağırdıkları geçmişin hayaletleri.
Oysa o hayaletlerin ne yapıcı ne yıkıcı bir gücü kaldı artık.
Hayat onları çoktan geçmişe gömdü.
Geçmiş hayallerin coşkusu, bugünün politik aktivistlerinde heyecandan ve ruhtan yoksun, kör bir asabiyet olarak tezahür ediyor.
Bunun elbet hüzünlü bir yanı da var; eski değerlerin, gençlik heveslerinin yitip gitmesine duyulan kederden kaynaklanan.
ODTÜ’deki olayları izleyince aklıma hızla bu düşünceler hücum etti.
Bir yerlerden tanıdık geldi bu öfke, heyecan ve sloganlar.
Kuşkusuz toplumun her bir üyesi bir ucundan zamanında bu hikâyenin içinde yer aldı.
Bunların bir kopyası tarihin cansız sayfalarında yatıyor.
Hayat değiştikçe, hayaller de değişmeye yüz tutar.
İnsanlar yaşamı yeniden ürettikçe hayalleri de yeniden üretir.
Üniversiteler, bilim yuvaları değişimi yakaladığında ancak siyasi hayatımızı da olumlu etkileyebilir.
Eski hayallerin kılavuzluğunda dünyamızı yeniden yaratamazlar.
Bazıları dünyayı taş ve sopayla, molotofkokteylleriyle değiştirebileceğini sanıyor.
Bazıları hâlâ okul bahçesinde lastik yakarak ülkelerini savunacaklarını düşünüyor.
Bazıları hâlâ devleti şiddetle geriletebileceğine inanıyor.
Ama bu sadece gerçekle bağlarının ne kadar kopuk olduğunu gösterir.
70’li kuşağın dünyayla, yaşadığı zamanla bağları çok güçlüydü.
Onlar zamanın ruhunu temsil ediyorlardı.
Onları “politik” kılan toplumsal ve siyasal gerçeklikle kurdukları bu ilişki biçimiydi.
Bu kuşağı ise “apolitik” kılan şey de tam da bunun tersi; yani zamanın ruhundan kopuk olmaları, siyasi ve toplumsal gerçeklikle doğru ilişki kuramamaları; eskinin sözleri ve sloganlarıyla dünyamızı değiştirebileceklerine inanmalarıdır...
Çıkardıkları gürültü belki varlıklarını hissetmelerine yardımcı olabilir. Ancak bu gürültü, bugünün dünyası için boşlukta asılı kalan sesler kadar etkileyici ve önemli olabilir.
kurtulustayiz@gmail.com
Yorum Yap