'Yazılarımı dolmakalemle yazma alışkanlığım var'

'Yazılarımı dolmakalemle yazma alışkanlığım var'
25.03.2022 - 19:16
Güncelleme 23.04.2022 - 16:43
Haber Merkezi
1200

DÜNYA Kitap Dergisi’nin yayın yönetmeni Faruk Şüyün Dünya gazetesinde Şair, felsefeci Hilmi Yavuz ile geçirdiği birkaç saatlik ziyareti 'Yazılarımı dolmakalemle yazma alışkanlığım var' başlığıyla Dünya gazetesine taşıdı. Yazıyı sunmadan önce Hilmi Yavuz hocamız hakkında izniniz olursa birkaç kelâm ermek istiyorum.

Ben yazı dünyasına ilk gazetecilikte başladım. 90'lı yılların başıydı. Daha sonra ara ara politik dergilerde devam etim. Hayatımın büyük kısmını şiir ve edebiyat dünyası içinde; okumak, üretmekle sınırladım. Şimdilerde gazeteciliğe yeniden soyunmuş gibiyim. Hilmi Yavuz hocamızı editörü olduğum gazetede haber yapmak inanın benim için ayrı bir gurur kaynağı.

Sevgili hocamızı uzun yıllardır takip ediyorum. İyi bir şâkiri olduğum gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Türkiye'de şiir okumaya, yazmaya kalkışan biri böylesine bir çınarı zihninde yer etmemesini düşünemiyorum. Benim şiirinde de belirleyici bir 'ustat' oldu.

Şiirle uğraşan birinin felsefeden uzak kalması büyük bir hatadır. Bu düsturu da hoca sayesinde öğrendim.  Herkes benim şiir ve edebiyatla hemhal olduğumu sanır doğal olarak, ama en yoğun ilgi alanım felsefedir. Batı felsefi külliyatı her zaman benim dikkatimi çekmiştir. Gerek doğuşu, bir sistem hale gelişi ve dönemsel kırılmaları ayrı bir heyecan yaratır.

Bütün okumalarım da en sevdiğim ve sahici bulduğum filozoflar başucumda olmuşlardır. Gerçek bir filozofun halkın tinsel dünyasının inançtan soyutlayarak felsefe ve sanatla doldurulamayacağını bilir. Bu nedenle inanç/dinle uğraşır. Dini medeniyet, kültür edimi, antropolojik kültür olarak görür ve müdahale eder. Çağa ve topluma sorumlu filozof üzerine düşen bu görevin farkında olanıdır. Felsefi edimini yalnızca felsefe alanına sıkıştırmış ve halka sırtını dönmüş filozoflar benim gözümde her zaman eksik kaldılar.

İşte, Hilmi Yavuz hocamız  şairliği kadar denemeci, felsefeci ve ‘hoca’ kimlikleriyle de edebiyat ve düşünce dünyamıza yön veren bir kültür insanı. Türk edebiyatının en önemli isimlerinden biri.

Sanırım bu kadarı yeterli, şimdi de Faruk Şüyün yazısına geçelim:

"Yazı masasının başında sohbet ediyoruz.

Dolmakalemle yazmak, defterlere sahip olmak demek; bir tercihi var mı?

“Yakın dostlarımdan bu konuda genellikle azar işitiyorum. Çünkü ben, lüks ve alımlı defterlerden pek hoşlanmam. İlkokulda kapaklarında tuhaf resimler ya da fotoğraflar olan renkli defterler kullanılır. İlkokul çocukları için özellikle üretilmişlerdir. Ben onları tercih ederim, dostlarım da genellikle bana takılırlar ‘niye böyle defterlere yazıyorsun?’ diye ben de nedenini bilmediğimi, ama onlara yazmaktan haz duyduğumu söylerim.”

Masadaki bilgisayar?

“Bilgisayar benim için bir tür temize çekme… Çıktı aldıktan sonra üzerinden tashih yapmayı sağlama işlevi görüyor.”

Kitaplara karşı ne kadar hassas olduğunu çok iyi biliyorum. Okurken onları mutlaka 90 derece açık tutar:

“Kitaplara itina gösterilmesi gerektiğini, onların da bir kimliği, tıpkı insanlar gibi bedenleri olduğunu düşünüyorum. Biz nasıl bedenimize ihtimam gösteriyorsak, çok fazla eğip bükmüyorsak, aşırı eğip büktüğümüzde acı duyuyorsak kitaplara da bu tür muamele yaptığımızda onların bedenini örseleyebiliriz. O yüzden belli bir açıyla okunması gerektiğini düşünüyorum. Bunun için bazı formüller geliştirmek gerekiyor. Yani kitaplar onların bedenine itina gösterilsin endişesiyle meseleye bakıldığında kolay okunmuyor.”

Bir de tespih var, hac’dan gelen bir arkadaşı armağan etmiş. “Zaman zaman ya sabır çekmek için kullanıyorum” diye anlatıyor.

Ya büyüteç?

“Büyüteç benim okur yazarlığımın olmazsa olmaz bir parçası haline geldi. Çünkü, gözlerim pek iyi görmüyor, yakın gözlüklerimle okuyamıyorum. Aslında belki de doktora gidip camları değiştirmem gerekiyor.”

Kitaplık çok yakın, ama kimi kitapların masanın üzerinde olmasını yeğliyor. “Kitapların masanın üzerinde olması kitaplıkta bulunmalarından her anlamda daha yakın geliyor” diyor. Yine de bazı kitapları aramak durumunda kalıyor, bulamadığı zaman da yeniden alıyor. Sonra genellikle olduğu gibi başka bir şey ararken karşısına çıkıyorlar!

Masanın üzerindeki kutuların içinde eski kalemler varmış “kalemlerimi atmıyorum, atamıyorum. Bizim kuşağın belki annelerimizden kalan bir özelliği, annem de rahmetli öyleydi hiçbir şeyi atmazdı” diyor ya aklıma annesiyle ilgili birkaç dizesi geliyor: “Hilmi diyor ki / Annem ç iç ek işlemeli bir lâ mbaydı / Karartma gecelerinde.” Devam ediyor Hilmi Yavuz:

“Aynı şeyi Behçet Necatigil’de de görmüşümdür. Ölümünden sonra odasına girdiğimizde hocanın o her zaman bildiğimiz tavrının hayata nasıl geçirildiğini de gördük. ‘Bulunsun!’ derdi hoca. Bende de böyle bir şey var, atamıyorum.”

Çalışma odasına, masasına bir bağımlılığı var mı?

“Senin sorduğun anlamda bağımlı değilim. Bizim kuşağın, 50 kuşağının bir özelliği var kahvelerde yazmak gibi. Nadiren de pastanelerde Baylan gibi. Kahvelerde oturup yazdığımı ve çalıştığımı çok hatırlıyorum Fatih Kıztaşı’nda Acem’in Kahvesi’ne veya Ali Emiri Kitaplığı’nın hemen karşısındaki Yıldırım Kahvesi’ne giderdim. Yine defterlerimi alıp yazları Bodrum’a gidiyorum. Geçmiş Yaz Defterleri, Bulanık Defterler Bodrum’da yazıldı.”

Kahve geleneği hâlâ sürüyor, son yıllarda en geç altıda Taksim Gezi Pastanesi’nde oluyor. Orada hem dostlarıyla buluşuyor, fırsat buldukça da çalışmaya devam ediyor.

Son sorum, masanın üzerindeki iki hoparlör:

“Çoğunlukla müzik dinleyerek çalışıyorum. Sevdiğim müzisyenler var, onları dinliyorum, ancak özel bir tercihim yok; o gün nasıl bir müzik dinlemek istiyorsam, şimdi mood’uma göre diyorlar ya öyle…”

Fotoğraf: Gündüz Kayra


Editör: M. AKAY