- 31.05.2013 00:00
İstanbul’da yaşamıyorum. Çok da bilmem İstanbul’u ama çok severim. Hayattaki en büyük pişmanlıklarımdan biri İstanbul’da okuyup yaşamış olmamaktır. Belki hâlâ geç değildir, kim bilir?
Bu şehrin hakikaten özel bir yer olduğunu düşünürüm. Tarihi, doğası ve insan dokusuyla eşsiz bir değerdir. Hele çok dinli ve çok kimlikli tarihsel dokusuna rağmen İslam’ın şehre bütün doğallığıyla oturması ona bambaşka bir boyut katar. Ben İslam’la coğrafyanın böylesine bütünleşerek bir ‘şehir’ oluşturduğu başka bir yer görmedim. Yahya Kemal’in bütün sadeliğiyle seslendiği ‘aziz İstanbul’dur o...
İstanbul’u yirmi yıldır ‘muhafazakârlar’ yönetiyor. Çok hizmetleri oldu kuşkusuz, ama hataları da. Örneğin İstanbul’un tarihî silüetinin bozulmasına ses çıkarmadılar, hatta izin verdiler. Tarihî yarımadanın arkasında yükselen gökdelenler yıkılmadıkça bunu yapanlar ve yapılmasına izin verenler hayırla anılmayacak. Ayrıca Haliç Metro Köprüsü bir garabet... Bütün itirazlara rağmen ihtirasla yapmaya devam ediyorlar. Dahası, Çamlıca’da inşa edilecek caminin, kanalın, üçüncü köprünün ve havaalanının İstanbul’dan geriye ne bırakacağı kuşkulu.
İstanbul’u ve Türkiye’yi yönetenler endişelere ve uyarılara pek kulak asmıyorlar. Özellikle yerel yönetimlerde ‘katılımcı’ yöntemlerin ne kadar önemli olduğunu unutmuş görünüyorlar. Yerel yönetimlerin halkın talep ve isteklerine duyarlı, hemşehrilerinin çeşitliliğine saygılı olmaları beklenir.
İstanbul 1994 yılından beri ‘aynı muhafazakâr ekip’ tarafından yönetiliyor. Erdoğan’ın başbakanlığa yürüyüşü bu şehirdeki başarılı icraatlarıyla başladı. Milli Görüş çizgisinin cemaatçi yapısından çıkıp cemiyetle karşılaşması ve cemiyet tarafından kabul görmesi bu şehirde oldu. Şehrin farklı kimlikler, yaşam tarzları ve sınıflarla çoğul bir topluluk olduğunu anladığı, buna saygı gösterdiği için ‘milli görüş’ cemaati dışında ‘cemiyet’ten oy alabildi ve Türkiye’de iktidara yürüdü.
Ancak şimdi aynı kişi, Taksim projesiyle şehrin birçok kesiminden gelen itirazlara hiç itibar etmiyor. Gezi Parkı’nın yıkılıp yerine alışveriş merkezi ve konut yapılmasına karar veriyor. Karşı çıkanlara da ‘ne yaparsanız yapın, biz kararımızı verdik, yapacağız’ diyor.
Her tarafı alışveriş mekânları ve apartmanlarla dolu olan Taksim’de parkı yıkıp AVM ve residence yapmanın bir mantığı var mı, ‘ben istersem yaparım’ demekten başka?
Park kamuya ait, yani halkın. Siz bunu AVM ve konut yaptığınızda kamunun malını alıp bireylere mülk olarak vermiş olacaksınız. Bu hakkı nereden alıyorsunuz?
Anlamak zor... Yerel seçimler yaklaşıyor. İstanbul Erdoğan’ı iktidara taşıdı, yanlışlarında ısrar ederse iktidardan uzaklaştırabilir de. İstanbul’da yaşanacak bir yenilgi AK Parti’yi sıkıntıya sokacağı gibi Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı projesine bile darbe vurabilir.
Türkiye’de olduğu gibi İstanbul’da da AK Parti hizmet ve kimlik siyaseti birlikte yürütülüyor. Genelde olduğu gibi İstanbul’da da başarılı. Ama hem hizmet hem de kimlik siyasetine ilişkin tepkileri de hesaba katmak gerekiyor. Hizmet siyasetinin ranta, kimlik siyasetinin muhafazakâr dindar tabanı kontrol etmeye ve esir almaya yönelik bir yaklaşım olduğu kanaati yayılıyor.
Sonuçta Türkiye, George Orwell’in 1984 adlı romanında anlattığı gibi bir ülke değil. Toplumu tümüyle iktidar aygıtlarının kontrolünde sanmak yanıltıcı. Başbakan, tarihî yarımadanın silüetini bozan gökdelenler için ‘çok kırıldım’ dediğinde herkes biliyor ki o binalar AK Parti döneminde, AK Partili belediyenin verdiği izin ve ruhsatlarla yapıldı. Dolayısıyla Orwellian bir tarzda dönüp hafızayı silmek ve ona iktidarın istediği ‘yeni hakikati’ yüklemek mümkün olmaz. İktidarın da bir sınırı var.
Gezi Parkı’ndaki ‘direniş’ bu sınırı gösteren bir muhalefet örneği, aynı zamanda bir ‘şehir dayanışması’. Başarısı da meseleyi ideolojilerden ve kimliklerden bağımsız şehir dayanışması olarak tutmasına bağlı.
Yorum Yap