- 11.01.2013 00:00
Bu toplum için devlet vazgeçilmezdir. O her şeyimizdir; onsuz ne hayat olur, ne saadet. Ona ‘aşkın’ bir değer biçilir, el üstünde tutulur, söz söylenmez. En kötü anda bile ‘Allah devlete zeval vermesin’ adeta milli bir repliktir. Devleti merkeze alan, üstün gören bir ‘siyasal kültür’ bu ülkenin adeta genlerinde var.
Elbette bu siyasal kültür uzaydan gelmemiştir. Temelinde bu ülkenin tarihi, o tarihteki acıları, trajedileri vardır. Varoluşsal korkular üreten bir tarihtir bu. Milletin bekâsı ile devletin varlığı ve gücü arasında doğrudan bir ilişki kurulmuştur. Milletin devletten bağımsız, ayrı, tek başına var olamayacağına ilişkin derin bir yargı yerleşmiştir toplumsal hafızaya. Taa Malazgirt’ten beri oluşan bir algı belki de bu. ‘Yaban’ ellerde, yeni bir ‘coğrafya’yı ‘vatanlaştırma’, oraya tutunma, ayakta kalma mücadelesi devletsiz olamazdı. Devletsiz kendini korunaksız, dayanaksız, yalnız hisseden bir halkız. Yakın dönemde bir ‘Balkan travması’, ancak kotarılan bir ‘Anadolu isyanı’ var. Sonuçta bu toplumda ‘kimin yönettiği’nden çok ‘yönetilecek bir devlet’in olması önemsendi. Devlet bir ‘kült’ oldu, kutsandı. Sağ, sol, dindar, İslamcı ve hatta liberaller için devlet hep ‘merkezî bir değer’ oldu. Devlet tarafından dışlananlar, ezilenler, zulüm görenler bile hem ‘devlet fikri’ne hem muhatapları olan ‘fiilî devlet’e hizmet için hep hazır beklediler.
Türkiye muhafazakârlarının devletle ilişkisi enteresandır örneğin. Cumhuriyet döneminde çok uzun süre dışlanmalarına, hor görülmelerine rağmen ‘devlet’ algıları hep pozitif oldu. Darbelere maruz kalsalar da, halk desteğiyle iktidara geldiklerinde ‘devletin koridorlarına’ sokulmasalar da ‘devletleri’ne hep sahip çıktılar. Geleneksel algıları pek sarsılmadı ve değişmedi. Devleti kendilerine ait görmediklerinde bile fazla sorgulamadılar devleti. Belki bu ilişkinin tek istisnası 28 Şubat sürecidir. Dindar, muhafazakâr kesimler ‘birinci tehdit’ ilan edildi, siyasal temsilcileri, ekonomik aktörleri ve sivil toplum uzantıları adeta imha edilmeye çalışıldı. İşte bu dönemde ordu, yargı ve diğer kurumlarıyla devlet ile Türkiye sağı arasında bir ‘yarılma’ yaşandı. Türkiye sağının dindar ve muhafazakâr unsurları devletin sınırlarını ve meşruiyetini sorgulamaya başladılar. O günlerden günümüze devletin dönüşmesini sağlayan da işte bu ‘sorgulama’dır. Devleti dokunulamaz bir kutsal değer ve kurum olarak görmek yerine onu sorgulamak yeni bir ‘devlet-toplum ilişkisi’ sistematiği oluşturdu ve devletin dönüşümünü mümkün kıldı.
Sorun şudur; bugün devletle dindar-muhafazakâr kesimler arasındaki ‘eleştirel mesafe’ yeniden ortadan kalkmıştır. Devlet, muhafazakâr değerlerin ve kimliğin taşıyıcısı olarak ‘yeni bir meşruiyet’ zemini kazanmıştır. Türkiye sağı ‘devlet-toplum kaynaşması’ olarak değerlendirilen bu yeni zeminde tarihte hiç olmadık düzeyde ‘devletçi’ refleksler gösterebilir.
Yorum Yap