Düşünce ve ifade özgürlüğünün yalnızca hukuku ilgilendirmediği artık bilinmektedir. Bu özgürlükler tam anlamıyla yaşanmadığında devletin diğer kurumları da bundan etkilenmektedir. Hukuku gereği gibi çalışmayan, bu nedenle adalet yetmezliği çeken toplumlar ekonomik bunalım içine de düşmektedir.
Hukukun etkisiz olduğu yerlerde fakirlik hüküm sürer. Hukuk etkisizse yatırım, dolayısıyla üretim de yapılamaz. Hukukun sesi olarak bilinen yargı, adalet dağıtmazsa o ülkenin insanlarında aidiyet duygusu güçlü olmaz.
Düşünce ve ifade özgürlüğünün olmadığı toplumlarda otosansür egemen olur. Otosansür, toplumsal yaşamı güçten düşüren en önemli etkenlerden biridir. Otosansür sağlıklı bilginin dolaşımını engeller. Kişileri ve giderek toplumları bilgisiz ve cahil kılar.
Bilindiği üzere Anayasamızın 25. ve 26. maddeleri ile AİHS’nin 9. ve 10. maddeleri düşünce ve ifade özgürlüğünü teminat altına almıştır. Buna rağmen hukuka son derecede uzak yorum tarzlarıyla bazı savcılıklar ve mahkemeler, insanların meşru düşünce açıklamalarını terör faaliyeti olarak görmektedir. Açılan davaların iddianameleri, tutuklama ve tutukluğun devamı kararları, verilmiş olan mahkûmiyet kararları incelendiğinde; uygar âlemde hiçbir zaman suç teşkil etmeyecek söylem ve eylemlerin; “Cebir ve şiddet kullanarak Anayasayı ihlal; Cebir ve şiddet kullanarak yasama organına karşı suç; Cebir ve şiddet kullanarak hükümete karşı suç; Terör örgütü üyeliği; Üye olunmamasına rağmen örgüt adına suç işlemek; Üye olunmamasına rağmen örgüte yardım; Üye olunmamasına rağmen örgüt propagandası yapmak” suçu olarak kabul edildiği anlaşılmaktadır. Olmayacak yorum tarzlarıyla birçok değerli insan bugün hapishanelerde tutulmaktadır.
Dört adet ağır ceza mahkemesi oy çokluğu ile de olsa Anayasa’ya açıkça aykırı olarak Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu kararlarını uygulamamıştır. Üstelik iktidar partisine mensup bazı siyasi şahıslar, anayasal yasağa rağmen bu hukuka aykırı hâlin arkasında durarak görüş belirtebilmişlerdir. Salt bu nedenlerle ilerlemiş yaşlarına rağmen Sayın Nazlı Ilıcak, Sayın Ahmet Altan hâlen tutuklu bulunmaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin “Dosyada yazı ve konuşmalardan başka kanıt bulunmamaktadır” tespitine rağmen haklarında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası tesis edilmiştir.
HDP’nin genel başkanı olan ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı adaylarından Sayın Selahattin Demirtaş söz ve yazılarından; CHP Genelbaşkan Yardımcısı Enis Berberoğlu ise yine Anayasa Mahkemesi’nin tespitiyle “ifade ve basın özgürlüğü çerçevesinde yayımlanmış bir haber” nedeniyle cezalandırılmıştır. Yeniden hapse girmemek için yaşamı boyunca milletvekilliğine adeta mahkûm edilmiştir.
Cumhuriyet Gazetesi’nin yayın faaliyeti, yazarlarının yazıları suç kanıtı olarak kabul edilmiş ve Cumhuriyet Vakfının yöneticileri ve yazarları hakkında uzun tutukluluk durumlarından sonra ağır cezalara hükmedilmiştir.
Zaman Gazetesi’nin köşe yazarları salt makale başlıkları delil olarak gösterilerek ağır cezalara mahkûm edilmişlerdir.
Şu anda tutuklu bulunan avukat sayısı tüm dünyada şaşkınlık yaratacak hâle gelmiştir. Hâlen yirminin üzerinde avukat tutuklu olarak yargılanmaktadır. Yargılamanın son celsesinde hemen hepsi hakkında önce tahliye kararı verilmiş ancak iki veya üç saat sonra tahliye kararı veren mahkeme savcısının itirazı üzerine verdiği tahliye kararlarını geri alıp yeniden tutuklama kararları verebilmiştir. Benzer durum başkaca yargılamalarda da olmuştur. Türkiye, tarihinin en karanlık dönemlerinde bile ancak “acayip” kelimesiyle adlandırabileceğimiz bu durumları yaşanmamıştır.
İki, üç saat sonra değiştirilen kararların ancak tehdit yoluyla olabileceği açıktır.
HSK, birçok kararıyla yargının adeta vesayet makamı olmuştur. Kararları beğenilmeyen mahkemeler dağıtılmış, yargıçların tayinleri çıkarılmıştır.
Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı, onarımı yıllar alacak ağır tahribata maruz bırakılmaktadır.
Anayasal kurum olan ve yargının tepesinde bulunan Anayasa Mahkemesi, bir yandan iş yoğunluğunun altında ezilirken belli ki bir yandan da siyasi dalgalanmalar nedeniyle beklemede kalmaktadır.
İçinde bulunduğumuz süreç içinde AİHM de anlaşılması güç bir şekilde yukarıda açıklanan olumsuzluklara kayıtsız kalmaktadır.
Bundan iki yıl önceki başvuruları, iç mevzuatında yeri olmamasına rağmen, ihlal edildiği iddia edilen temel hak ve özgürlüklerin önemine binaen “öncelikli” incelemeye aldıktan sonra bir türlü karar vermeyen AİHM, adeta varlık nedenini inkâr etmektedir. Hukukun hangi siyası pazarlıklara kurban edildiği belli değildir.
Bu kötü gidişe bir an evvel son vermek gerekir.
Anlaşılan o dur ki, yalnızca kendi yağımızla kavrulacağız.
O zaman hâlen iktidarda olan parti ve yargı bürokrasisinde etkili olan güçlere karşı başta Türkiye Barolar Birliği olmak üzere tüm sivil toplum örgütlerinin, meclis içi veya meclis dışında yer alan muhalefetin hukuk ve adalet için sesini yükseltmesi gerekir.
Aksi takdirde bu toplum, aidiyet duyguları olmayan insanlar topluluğundan ibaret olacaktır.
Binilen dal kesilirse o daldaki herkes düşer.