Seçimlerin Topoğrafyası-2

Perspektif, seçimleri değerlendirdiği ve geçtiğimiz günlerde ilk kısmı yayınlanan soruşturmanın ikinci bölümü için Gazeteci-Yazar Etyen Mahçupyan, Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Evren Balta ve TOBB Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nden Doç. Dr. Burak Bilgehan Özpek’in görüşlerine başvurdu.

Seçimlerin Topoğrafyası-2
9.06.2023 - 10:18
Kaynak: Haber Merkezi
354

“İKTİDARIN YANLIŞLARININ, MUHALEFETİN KAZANMASI İÇİN YETERLİ OLMADIĞI GÖRÜLDÜ”

Devletle Toplumun Demokrasi Geriliminde Yine Devlet Kazandı

Etyen Mahçupyan-Gazeteci-Yazar

Kemal Kılıçdaroğlu ve muhalefetin Cumhurbaşkanlığını kazanamamasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, açmazı ve dinamikler bu sonucu doğurdu? Muhalefet seçim sonrası nasıl şekillenir ya da dizayn olur?

 

Kim niye kazandı ya da kaybetti sorusunu ele almadan önce bir tespitin altını çizmekte yarar var: Cumhurbaşkanlığı seçiminde alınan oy yüzdesiyle söz konusu adayı destekleyen ittifak partilerinin oy toplamı aynı. Yani iki blok arasında kayma olmamış (ya da bu kaymalar küçükmüş ve birbirini götürmüş). Anlaşılan seçmen iktidar ve muhalefet arasında net bir biçimde bölünmüş durumda ve desteklediği ittifaka paralel olarak belirli bir cumhurbaşkanı adayına oy vermiş.

 

Bu tespitin önemi şu: Kılıçdaroğlu yerine kim olursa olsun muhtemelen aynı oyu alacaktı. Diğer deyişle Millet İttifakı’nın adayının kim olduğu belki de bir etken değildi. Dolayısıyla seçimi kaybedenin ‘muhalefet’ olduğunu söylemek ve tahlili bu noktaya yoğunlaştırmak daha mantıklı.  

 

Muhalefetin niçin kaybettiği sorusuna da tersinden yaklaşmakta yarar var: Niye kazansın? Kamuoyunda buna verilen cevaplar çok ‘aydınlatıcı’… İktidarın ekonomiyi mahvettiği, adaletsizliklere imza attığı, keyfiliği, liyakatsizliği, yozlaşmayı hâkim kıldığı birer sebep olarak öne sürülüyor.  

 

Bu mantığa göre iktidar birçok ‘yanlış’ yaptığı için muhalefetin kazanması gerekiyor. İlk çıkarsama şu: Demek ki iktidar ‘yanlış’ yapmasa muhalefetin zaten hiç kazanma şansı yokmuş! O halde iktidarın yanlışlarının muhalefetin kazanması için yeterli olmadığı sonucuna varabiliriz.

 

Ancak daha kritik olan şu: Muhalefetin kazanmayı sağlayacak fazla bir niteliğe sahip olmadığı anlaşılıyor. ‘Niye kazanamadı’ sorusuna verilen cevaplar muhalefeti değil, iktidarı ele alarak yanıtlanıyor. 

 

Muhalefet adına ‘olumlu’ olarak zikredilebilecek öğeler, farklı siyasi partilerin bir araya gelmesi ve birlikte ‘ciddi’ bir çalışma yapmaları. Ne var ki iktidar ittifakı da son derece farklı partilerin bir araya gelmesiyle oluştu ve bunlar tamamen pragmatik bir işbirliği yaptılar. Bu gözlemden hareketle toplumun ‘ciddi’ çalışmalara fazla anlam yüklemediğini, onu da bir tür siyasi/pragmatik alışveriş olarak algıladığını öne sürebiliriz. 

 

Eğer bu gözlem doğruysa muhalefetin ‘Masa’ düzeneğinin ve ürettikleri ilkeler manzumesinin en azından ikincil önemde olduğunu söyleyebiliriz. 

 

Muhalefetin söylemine gelirsek, sadece Kılıçdaroğlu’nun şahsını betimleyen, CHP’nin ne teşkilatına ne de tabanına inen helalleşme mesajının sadece bazı kentli ve bireyselleşmiş dindarlarda karşılık bulması, ancak dindar cemaatin bütününce yüzeysel bulunması şaşırtıcı değil. Öte yandan bu mesaja göçmen/mülteci karşıtı bir söylemin eklemlenmesi inandırıcılığı daha da azaltmış olabilir. Hele son hamlede tutunulan milliyetçilik dalı ve Zafer Partisi ile mutabakat, (Altılı Masa’nın ilkelerini kenara koyduğu ölçüde) muhtemelen muhalefetin ilkesizliğine işaret olarak hissedilmiştir.    

 

Ancak bütün bunların muhalefetin oyunu ‘azalttığını’, bu hataları yapmasaydı muhalefetin kazanacağını söylemek zor. Belki de bu seçim, iktidar ve muhalefetin zaman içinde ayrışmış oy dengesinin tescilinden ibaretti. Her iki taraf da ister doğru ister yanlış yapsın, belki de (küçük bir farkla) aynı sonuç ortaya çıkacaktı.

 

MUHALEFET, CUMHUR İTTİFAKI’NA NASIL ALTERNATİF OLUŞTURABİLECEĞİNİ İDRAK EDEMEDİ

 

Çünkü bu seçim 2016’da Cumhurbaşkanlığı sistemine geçildikten bu yana ‘yeni’ bir siyasi atmosferin yansıması. Nitekim 2018 seçimlerinin sonuçlarına büyük bir paralellik taşıyor. Partilerin oyunun yükselmesi veya düşmesi belirleyici değil. İdeolojik dengeler ittifakları özneleştirmiş durumda. Seçmenler esas olarak iki ittifak arasında değil, ittifaklar içinde kararsız kalıyor ve nihayette söz konusu ittifakı tahkim etmeye devam ediyorlar. 

 

Şimdi sorumuza tekrar dönelim: Muhalefet bu seçimi niçin kazanamadı? Çünkü kazanması için diğer ittifaktan oy alması lazım ve muhalefet, Cumhur İttifakı’na nasıl alternatif oluşturulabileceğini idrak edemedi. 

 

Cumhur İttifakı’nın yeni bir kurucu kimlik, Türkiye’nin dünyadaki rolü, tam bağımsızlık, devlet etrafında cemaatleşme gibi unsurlar barındıran, İttihatçı vizyonu öne çıkaran bir ‘hikâyesi’ var. Oysa muhalefetin buna rakip olabilecek bir hikâyesi yok. Dolayısıyla muhalefet, seçmenin kendisini ‘içinde’ hissedeceği, gururunu okşayan bir gelecek tasavvuru sunamamış oldu. ‘İktidar yanlış yapıyor, biz daha akıllı ve ahlaklı olduğumuz için daha iyisini yaparız’ mesajı bu tarihsel momentte (özellikle dindar) seçmenin kendisine ve ülkesine ilişkin tahayyül arayışının yanında çok sönük kaldı. 

 

Düşünün ki iktidar ekonomiyi biraz mantıklı götürseydi, belki de yüzde 55-60 aralığında oyla kazanacaktı… Yani iktidarın esas gücü ülkeyi nasıl yönettiği değildi. Esas güç, ülkeye yeni bir doğrultu vermesiyle bağlantılıydı ve muhalefet bunu görmedi ya da görmek istemedi. 

 

Söz konusu alternatif ‘hikâyenin’ yokluğunda, muhalefetin kazanabilmesi için muhtemelen iktidarın çok daha başarısız olması gerekiyordu. Muhalefet kendi olumlu niteliklerinden beslenemediği ölçüde, iktidarın olumsuz niteliklerinden yararlanmak istedi, ama iktidarla muhalefeti ayrıştıran temel ‘ideolojik’ ayrışmayı muhatap almaktan kaçındı. Bence seçimin kaybedilmesinin asıl nedeni bu…

 

Eklemek gerek, muhalefet, söz konusu ‘hikâyeyi’ üretebilse de belki kazanamayacaktı. Alternatif tasavvur gerekli koşul olsa da muhtemelen yeterli değil… Ama muhalefet en azından kendi hasletlerini öne çıkararak kazanma şansı üretebilecekti.   

 

Bu nokta muhalefetin geleceği açısından da önemli bir etken. Çünkü ülkenin geleceğine dair ortak (kimliksel ve ideolojik) tasavvur, muhalefetin bir arada kalma ihtimalini de artırabilirdi. Oysa şimdi (belki yerel yönetim seçimlerine kadar sürecek) kerhen bir arada durma eğilimi hâkim olacak gibi gözüküyor. Her parti kendi stratejisini diğerlerinden ayrı olarak çizmeye çalışacak ve muhtemelen birbirlerini rakip görmeye başlayacaklar.

 

Son bir nokta olarak, söz konusu partilerin ideolojik bir tasavvurda anlaşmasının gerçekçi bir beklenti olmadığı öne sürülebilir. Bu kanı, gelinen noktada doğru olsa da yeni bir tasavvurun gereği birkaç yıl öncesinde idrak edilebilseydi, bugünlere geliş dinamiğinin de farklı olabileceği açık. Belki ittifak içindeki parti sayısı azalır ama muhalefet (seçimi kazanamasa bile) iktidar karşısında muhakkak ki daha güçlü, tehdit edici ve ‘denetleyici’ bir işleve sahip olurdu.

 

Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını kazanmasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, stratejisi, ülke içi ve dışı dinamikler bu sonucu doğurdu? Erdoğan’ın seçim sonrasında topluma, devlete, siyasete, dış politikaya ve ülkenin kronik sorunlarına dair nasıl bir yol haritasının olacağını öngörüyorsunuz?

 

CUMHUR İTTİFAKI; DIŞ KOŞULLARIN VERDİĞİ İMKÂNI KULLANDI, İÇ KOŞULLARDAKİ BOŞLUĞU DA YENİ İTTİHATÇILIK TASAVVURU İLE DOLDURDU

 

İktidarın niçin (bunca yanlışa rağmen) kazandığı sorusunun doğal bir yanıtı var: Demek ki iktidarın (söz konusu yanlışları izale eden) bir başka olumlu yönü var. Öyle ki Erdoğan’a olan güveni tahkim ediyor, dizginlerin onun elinde olmasını daha rahatlatıcı kılıyor ve seçmen genelini kimliksel açıdan daha fazla tatmin ediyor. 

 

İktidarı bir anlamda ‘siyaset üstü’ kılan bu süreci kısaca özetlemekte yarar var: Birincisi, 1990’lar Batı modernliğinin büyük prestij kaybına uğradığı bir dönemdi. Batı’da modernliğin (özellikle göçmenler sonrası) sorun çözme kapasitesi daraldı, aksine modernlik sorun yaratan bir anlayışa dönüştü. Buna paralel küreselleşme süreci dünyadaki ideolojik kutuplaşmayı yumuşatırken bölgesel güçlerin önemi ve etkisi arttı. Türkiye gibi Batı’nın yakın çeperinde, farklı kimliksel özelliklere sahip, orta ölçekli ekonomik ve siyasi güç sahibi ülkelerde bu durum toplumsal psikolojiyi değiştirdi. İnsanlar kendi ülkelerini bir ‘özne’ olarak gördü, ülkelerinin yakın bölgede etkili olmasını istedi, geleceğin sadece güçlü ülkelerin değil kendi ellerinde olduğunu hayal etti, büyük güçlerden bağımsız bir varoluş ve duruşun mümkün olduğunu düşündü. Türkiye gibi Batı ile tarihsel bir gerilim içinde bulunan, onu ‘öteki’ olarak görmüş (ve Batı tarafından ‘öteki’ olarak görülmüş), Müslüman, imparatorluk bakiyesi, dağılma döneminde hakkının yendiğine ve ihanet gördüğüne inanan bir toplumda, söz konusu ‘özneleşme’ ihtiyacı çok daha derin bir damara oturdu. 

 

İkincisi, yine 1990’lı yıllarda Türkiye’de siyasi partiler dengesi pratikte çöktü. Siyasi partilerin güvenilirliği ve kalıcılığı zedelendi. Toplum devletle yüz yüze kaldı ve 28 Şubat’a giden çizgi ülkenin kurucu ideolojisi olarak görülen Kemalizm’in de bir yönetim cihazı olarak işe yaramadığını kanıtladı. Ulusalcılıkta belirginleşen katı laiklik normunun geri teptiği apaçık hale geldi. Sonrasında AK Parti iktidarının açılımları (AB üyeliği ve çözüm süreci) ise laik kesim tarafından engellenmeye çalışıldı ve Gülen Cemaati ile olan gizli çatışmanın kalkışmaya dönüşmesi sonrasında ilginç bir ‘sıfır noktasına’ dönüldü: Kemalizm ve (hangi türü olursa olsun) ‘İslamcı’ diye adlandırılabilecek hiçbir ideolojinin ülkeyi yönetme kapasitesine sahip olmadığı görüldü. 2016 sonrasında ülke yeni bir ideolojik damar arayışı içindeydi ve devletin itici gücünün de devreye girmesiyle bu adım atıldı. 

 

YENİ İTTİHATÇILIK, DİNDAR KESİMİN KÜLTÜREL KODLARINI VATANDAŞLIĞIN PARÇASI HALİNE GETİRDİ

 

2016 sonrası Cumhurbaşkanlığı sistemiyle birlikte Cumhur İttifakı dış koşulların verdiği imkânı kullandı ve iç koşulların ortaya çıkardığı boşluğu Yeni İttihatçılık olarak adlandırılabilecek bir ideolojik tasavvur ile doldurdu. Burada detaya girmem mümkün değil ama bu ideolojinin üç ayağı olduğunu söyleyebiliriz: 1) Devletle ataerkil ilişki içinde olan, onun rehberliğinde ‘yürümeyi’ kabullenen bir vatandaşlık; 2) Sünni İslam’ı kuşatan ve içeren, böylece ona tarihsel işlev kazandıran bir Türklük, 3) Batı karşıtlığından beslenen, bağımsızlığı hedefleyen, tarihsel haksızlıkların telafisini isteyen ve dünya genelinde söz sahibi olmayı hayal eden bir ruh hali (giderek buna uygun bir geçmiş ve gelecek okuması). 

 

Yeni İttihatçılık, dindar kesimin kültürel kodlarını vatandaşlığın parçası haline getirdi (yerlilik). Öte yandan bu kültüre sahip cemaate devletle bütünleşme duygusu verdi (millilik). Bu arada Türklüğün İslam’ı kuşatması, dolayısıyla daha öncelikli olması sayesinde milliyetçiliği de besledi ve dindarların milliyetçileşmesinin yolunu açtı. Nihayet Batı karşıtlığı ve bağımsızlık gibi temalar laik sol kulaklara da tanıdık ve sahiplenilesi bir tını olarak yansıdı. Bu kesimin din alerjisi ise Türklüğün İttihatçı ideoloji içindeki ayrıcalıklı konumu sayesinde izale adildi. 

 

Sonuçta iktidar toplumun psikolojisini yakalayan bir damarı, yani İttihatçılığı, bugünün dünyasına taşıdı, gerçekçi gözükmesini sağladı, dış politika hamleleri ile güçlendirip meşrulaştırdı. 

 

DİNDARLARIN TÜRKLÜĞÜN ÖNCELİĞİNİ KABULLENMESİ, LBGT VE AİLE MESELESİNİN ÖNEMSENMESİ İLE AŞILDI

 

Yukarda sözünü ettiğim üç ayak belirli bir sembolizm içinde siyasallaştırıldı. Kitlelerin devletle bağı doğrudan Erdoğan’ın taşıyıcılığı ile sağlandı. Dindarların Türklüğün önceliğini kabullenmesi LBGT ve aile meselesinin, yani muhafazakâr kültüre ait bahislerin önemsenmesi ile aşıldı. Bağımsızlık ve gurur arayışı ise savunma sanayiinin somut ve göz alıcı ürün seti ile tatmin edildi. 

 

Kısacası ne kadarı bilerek, ne kadarı hayatın akışı içinde kendiliğinden oldu bilemeyiz ama iktidar geçmişi geleceğe bağlayan, Türkiye’yi dünya ile ilişkilendiren, ülkenin önüne parlak bir ‘kader’ koyan, bunları yaparken de hem dindarları milliyetçilikle buluşturarak yeni bir ‘resmî’ kimliksel sentez yaratan hem de toplumun geniş kesimlerini devletle barıştıran ve onunla manevi olarak bütünleştiren bir ‘hikâye’ ortaya koymuş oldu. 

 

Bence seçimi (onca yanlışa rağmen) iktidara kazandıran unsur bu… Ve gelecekte de muhalefet benzer içerik, kapasite ve güvenilirlikte alternatif bir hikâye üretemezse, iktidarın kazanmaya devam edeceğini öngörebiliriz. Erdoğan’ın siyasetten ayrılması durumunda ise esas tercihin (o anki konjonktürün ışığında) devlet kurumlarınca yapılacağını düşünüyorum.  

 

Kısa dönemde ileriye baktığımızda iktidar seçim öncesine göre çok daha güçlü. Seçim net bir ‘zaferle’ sonuçlanmış durumda ve yeni hükümetin büyük bir özgüvenle işe başlaması beklenir. Bu durumda beklentim üç yönlü: İktidarın büyük yanlışlardan (ekonomi) döneceğini, kamusal alanı (eğitim) muhtemelen reformist öğeleri de öne çıkararak yeniden düzenleyeceğini, ideolojik düzlemde (medya, hukuk) ise sertliğin ve katılığın dozunu yüksek tutacağını sanıyorum.       

 

Bu öngörü, doğal olarak yaklaşan yerel seçimler ışığında farklı görünümler alabilir. Sözünü ettiğim üç beklentinin içeriği ve öncelikleri, seçimin üreteceği siyasi denge ve ihtiyaca bağlı olarak şekillenecektir.

 

Seçimler bize nasıl bir toplumsal fotoğraf ortaya çıkardı? Kutuplaşma ve ortaklaşma sarkacındaki Türkiye’nin, toplumsal ve siyasal fay hatları nasıl restorasyona tabi tutulabilir? Restorasyon sürecinde Kürt sorununu ve aktörlerini nasıl bir gelecek bekliyor? HDP/YSP’nin 14 ve 28 Mayıs seçimleri süresince izlediği seçim stratejisini nasıl buldunuz? Söylemi, kadrosu, performansı, hataları, açmazları ve güçlü yönleri nelerdi?

 

HDP’NİN, İKTİDARA VE ERDOĞAN’A OLAN KATEGORİK KARŞITLIĞI, HAREKET ALANINI DARALTIYOR

 

Seçimler zaten var olan toplumsal, siyasal ve ideolojik kırılmayı vurgulamış ve tahkim etmiş oldu. Geçmişe göre asıl farklılık, uzun zamandan bu yana laiklik ve milliyetçilik üzerinden yaşanmakta olan ayrışmanın bitmesi, bu ayrışmaları aşan nitelikte bir ideolojik fay hattının ortaya çıkmasıdır. 

 

Yeni İttihatçılık şu an için rakipsiz gözüküyor. Muhalefetin konumlanma ve tutumuna baktığımızda, hepsi siyaseten yetersiz ve yüzeysel kalmaya mahkûm dört eğilimden söz edilebilir. 1) Erdoğan karşıtlığı 2) dindar alerjisi 3) romantik siyaset algısı ve 4) naif liberalizm. Olumsuz yaklaşımların (1 ve 2) iktidar seçmenine ulaşmak açısından netice vermeyeceği belliydi. Olumlu yaklaşımlar (3 ve 4) ise ülke meselelerinin teknik olarak çözülebileceğinin, rasyonel ve ahlaki davranışın öneminin altını çizmekle sınırlı kaldı.

 

Bu açıdan ele alındığında ortadaki tablo iki farklı dünya görüşü veya toplumsal kesim ya da siyasi çizgi arasında bir gerilimi ifade etmiyor. Bugün itibarıyla sadece bir tane, iktidara ve onun seçmenine ait bir vizyon var. Gerisi bu vizyon karşısında çaresizliğin siyasetini yapıyor ve psikolojisini yaşıyor. 

 

Dolayısıyla iktidarın (yeni bakanlar kurulunun ima ettiği üzere) normal ve ‘kabul edilebilir’ bir yönetime dönmesi durumda tabanını genişleteceğini beklemek daha mantıklı gözüküyor. Muhalefetin giderek ufalıp dağınık hale gelmesi ya da birlikte davransalar bile giderek söylem açısından yüzeyselliğe savrulması şaşırtıcı olmaz. 

 

Sonuç, laik kesimin marjinalleşme pahasına katılaşması ve Kürt milliyetçiliğinin de daralma pahasına radikalleşmesi olabilir. Ne var ki bu türden bir gelişme Yeni İttihatçılığın meşrulaşması, normalleşmesi ve siyasi alanı yeniden tanımlamasıyla sonuçlanacaktır. Böyle bakıldığında Türkiye İttihatçılığın güncel yorumundan hareketle yeni bir ‘kuruluş’ dinamiğine, ‘İkinci Cumhuriyet’e doğru ilerliyor gözüküyor.

 

Alternatif bir vizyon ortaya çıkmadığı takdirde söz konusu çizginin zaman içinde yozlaşma ve özellikle Kürt meselesinde ‘sert çözümlere’ bel bağlama ihtimali yüksek. 

 

‘PKK VE SİVİL SİYASETTE KARŞILIĞI OLAN PARTİNİN MÜŞTEREK SİYASETİ’NİN ETKİNLİK AÇISINDAN SONUNA YAKLAŞIYOR OLABİLİRİZ 

 

Kürt siyasetinin rejim ve sistemde yaşamakta olduğumuz değişimi tarihsel bağlam içinde değerlendirmesi ve (özellikle muhalefetin geneli bu konuda yetersiz kalırsa) demokrat bir vizyonun üretilmesi için ön alması gerekecek. Ne var ki bu da Kürt hareketinin kendi içinde ‘serinkanlı ve sağduyulu’ bir yüzleşme yaşamasını şart koşuyor ve bunun hiç de kolay olmadığını biliyoruz. 

 

Kürt hareketi için başlangıç noktası muhtemelen ne kendisine ne ülkeye hiçbir katkı sağlamayan, aksine Kürt meselesini idealize ederek marjinalleştiren ve böylece siyasetin (iktidar tarafından) teröre indirgenmesini mümkün kılan ‘sol dayanışmadan’ kurtulmasıdır. Çünkü söz konusu tercih HDP’yi siyasetsizleştiriyor ve apolitik hale getirdiği ölçüde PKK’nın gölgesi altında tutuyor. Öyle ki HDP ile görüşme bile iktidar tarafından ‘terör’ kapsamı içinde sunulabiliyor ve kabul görüyor.   

 

HDP’nin iktidar (ve Erdoğan) karşıtlığını ‘kategorik’ (neredeyse ‘ahlaki’) bir tutum olarak benimsemesi de yukardaki sıkışmayı derinleştiriyor. Çünkü HDP’nin hareket alanını daha da daraltıyor. Böylece başkalarının ürettiği bir akıntıda kendine tutamak arayan bir görüntü ortaya çıkıyor. 

 

Şunu da ilave etmem lazım: Temsil yeteneği olmayan ve siyasete ‘kategorik’ bakan solcu partilerle işbirliği, ‘kategorik’ iktidar karşıtlığı ile bir araya geldiğinde, ortaya çıkan siyasi tutum negatif bir ‘siyasi anlam’ kazanıyor ve olumsuz çıkarsamaları ‘mantıklı’ hale getiriyor. Böylece HDP geniş kesimler nezdinde gerçekten de kolayca ‘terörle’ suçlanabiliyor. Çünkü terör bizatihi kategorik (apolitik) bir tercih, yani ontolojik bir kötülüğün dışavurumu olarak okunuyor.    

 

KÜRT HAREKETİNİN ‘KENDİSİNİ DEMOKRAT SANMA’ ALIŞKANLIĞINDAN SIYRILMASI VE KENDİ DÜNYASINI ÖZGÜRLEŞTİRMESİ GEREKİYOR

 

Velhasıl ‘PKK ve onun sivil siyasette karşılığı olan partinin müşterek siyaseti’ olarak tanımlayabileceğimiz Kürt hareketi stratejisinin etkinlik açısından sonuna yaklaşıyor olabiliriz. Söz konusu ikili yapı zaman zaman şiddetin öne çıkmasına, bazen de demokratik taleplerin sivil siyasette güçlenmesine neden oldu. PKK ile HDP (ve öncesindeki partiler) arasında yakınlaşma/uzaklaşma eğilimleri sürekli işledi ve siyaset açısından anlamlı bir ‘iç kamusal alan’ yaratıldı.   

 

Ne var ki bu strateji, Türkiye’nin ‘yetersiz bir yönetim ideolojisi’ olduğu nihayet anlaşılan Kemalizm (veya Ulusalcılık) bağlamı içinde geçerliydi. Şimdi o dünya değişti… Eski stratejinin yeni dünyada (İttihatçı bir devlet-iktidar-yönetim çerçevesinde) başarılı olma ihtimali giderek zayıflayacaktır.  

 

Böyle bir süreçte PKK HDP’ye değil, HDP PKK’ya benzeme baskısı altına girecektir. Kendini yenileyemediği takdirde HDP tabanının küçülme ve buna paralel olarak PKK şiddetinin daha da araçsal nitelik kazanması muhtemel. 

 

Bütün bunlar muhakkak ki dünya ve bölge koşullarından etkilenecektir. Ancak Kürtlerin kültürel haklarının savunulması ve kazanılması gibi bir amaç varsa, bunun ancak Yeni İttihatçılığa alternatif bir tasavvurun toplum nezdinde ‘gerçekçi ve istenilir’ kılınması ile mümkün olabileceğinin altını çizelim. 

 

Söz konusu tasavvur ancak demokrat bir zihinsel yaklaşım üzerinde inşa edilirse Kürtlerin adalet ve eşitlik taleplerini karşılayabilecek bir siyasete olanak sağlar. Zaman geçtikçe böylesi bir alternatifin üretilme şansının azalabileceğini de gözden kaçırmamakta yarar var…

 

Dolayısıyla Kürt hareketinin ‘kendisini demokrat sanma’ alışkanlığından sıyrılması ve kendi dünyasını özgürleştirmesi gerekiyor. Aksi halde aynen muhalefetin geri kalanı gibi Yeni İttihatçılığın sürükleyici gücü karşısında yetersiz kalabilir ve bu akıntının gücüyle sürüklenip ufalanma ihtimali karşısında kısa vade tepkisel siyaset üretmekten öte gidemeyebilir.

“MUHAFAZAKAR SEÇMENE BARIŞ ÇUBUĞU UZATILMASI DOĞRUYDU AMA MUHALİF SEÇMENİN ENDİŞELERİ DE GİDERİLMELİYDİ”

evren balta röportaj

Prof. Dr. Evren Balta-Özyeğin Üniversitesi

Kemal Kılıçdaroğlu ve muhalefetin Cumhurbaşkanlığını kazanamamasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, açmazı ve dinamikler bu sonucu doğurdu? Muhalefet seçim sonrası nasıl şekillenir ya da dizayn olur?

 

Türkiye’nin mevcut sisteminde özgür ve adil seçimler olmadığı ve bunun sadece seçim gününe ya da oyların sayılmasına ait bir sorun olmadığı, seçimlerden çok önce oyunun kurallarının 20 yıldır iktidarda olmanın verdiği güçle iktidar partisi tarafından dizayn edildiği hepimizin malumu. Dolayısıyla bu yarış eşit ve adil bir yarış değil. Hiçbir zaman olmadı. Burada özellikle kamu kaynaklarının harekete geçirilmesini ve yüksek harcamaya dayanan seçim ekonomisini de anmalıyız. Kısacası kaynakların, kurumların ve kuralların kontrolünün iktidarın elinde olması ilk ve en önemli neden. 

 

Ama ben hâlâ bu seçimlerin kazanılabilir olduğunu ve seçimlerin kazanılamamasının temel nedeninin Millet İttifakı içindeki gerilimler ve aday belirleme süreci olduğunu düşünüyorum. Adaylık sürecinde Millet İttifakı stratejilerini, hedeflerini, planlarını şeffaf bir iletişim ile kamuoyu ile paylaşmadı. Kamuoyunu bir kenara bırakalım, 6 Mart krizinde deneyimlediğimiz üzere bunlar ittifak partilerinin kendi içinde de paylaşılmadı. Bu durum kanımca etkisi seçmene sirayet eden ve kampanya sürecinde aşılamayan bir güven krizi yarattı. 

 

Bir diğer sorun, kampanyanın yapısal açmazlarına ilişkin. Türkiye’nin halihazırda iki temel fay hattı var: Milliyetçilik ve dindarlık. Her iki fay hattında da Kemal Kılıçdaroğlu kampanyası ciddi sorunlara gebeydi ve beklenen sorunları yarattı.

 

Milliyetçilik hattından bakarsak, Millet İttifakı adayı olan Kemal Kılıçdaroğlu’na HDP’nin aday çıkarmayarak doğrudan destek vermesinin milliyetçi seçmeni bir temsil krizine ittiğini iddia edebiliriz. Muhalefetin kampanyasının ana varsayımı ekonomik kriz altında ezilen seçmenlerin milliyetçiliklerini geri plana iteceği ve ne olursa olsun Erdoğan karşıtı oy kullanacağı yönündeydi. Bu denklemde Kürtlerin desteğinin alınmasının seçim kazanmanın ana formülü olduğu düşünülüyordu. Bu varsayımın doğru çıkmadığını, hatta milliyetçi seçmenin, iktidarın yoğun dezenformasyonu altında da kalarak, oyunu değiştirmediğini ya da üçüncü bir yol arayışına girdiğini gördük. 

 

MUHALEFETİN EKONOMİYE ODAKLANMASI DOĞRUYDU, ANCAK TAM BİR GÜVEN VERİLEMEDİ

 

Araştırmalar, milliyetçi protesto oylarının varlığını çok net gösteriyordu, ancak kampanya milliyetçi aktörleri ikna edecek bir adım at(a)amadı. Bu adımı atarsa Kürt seçmeni kaybedeceğini düşündü. Ama daha önemlisi geriye iki aday kaldığında milliyetçi (seküler) seçmenin Erdoğan karşısında oy kullanacağını varsayımından hiç geri adım atmadı. Bu varsayım ilk turda yanlışlandığında söylemini değiştirse de bu radikal değişiklik bu sefer de seçmen tarafından sahici görülmedi. 

 

İkinci fay hattı olan muhafazakâr-seküler bölünmesinde muhafazakâr seçmene bir barış çubuğu uzatılması doğruydu ama bunu yaparken muhalif seçmenin göç, laiklik ve eğitim gibi politikalarda endişelerini giderici bir hat izlenmeliydi. Bu hat muhafazakâr seçmenin endişeleri ile bir araya getirilip, yeni bir hikâye yazılmalıydı. Ben bunun da muhafazakâr seçmende takiye yapıyorlar hissini, seküler seçmende de coşku ve enerjiyi azalttığını düşünüyorum. Nitekim her siyasal ittifak önce kendi tabanına ne vaat ettiğini ve bunun diğer grupların talepleriyle nasıl uzlaşacağını açıklamalı. Bunu yapabilmek bir siyasi hikâye sahibi olmanın ön koşulu, değişimin ön koşulu. Sonuç olarak kendi çekirdek seçmenini bile tam anlamıyla tatmin etmeyen, bir ortak anlatı etrafından birleşmeyen, toplama taleplerden ibaret bir kampanya ortaya çıktı. 

 

Kampanyanın bir diğer sorunu, 20 yıldır bir lider ile yönetilmeye alışmış ve en az 10 yıldır kurumsuzlaştırılmış bir ülkeye, hem de büyük bir krizin içerisinden geçerken net bir yönetim şeması sunamamış olmasıydı. Ne güçlü bir liderin olduğu ne de net (ve adil) bir yönetim şemasının olduğu bir blok, Türkiye’nin devasa sorunlarının çözümünde seçmenle güven ilişkisi kurabildi. Muhalefetin ekonomiye odaklanması doğruydu, ancak bu konuda da tam anlamıyla bir güven verilemediğini düşünüyorum. Kılıçdaroğlu, örneğin ekonomiyi şu kişiye devredeceğim diyemedi. 12 kişilik bir kadro ile kamuoyunun karşısına çıkıldı. Muhalefetin yönetme konusunda sade, net ve temsiliyette adil olması çok önemliydi, olamadı.

 

Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını kazanmasını neye bağlıyorsunuz? Hangi söylemi, stratejisi, ülke içi ve dışı dinamikler bu sonucu doğurdu? Erdoğan’ın seçim sonrasında topluma, devlete, siyasete, dış politikaya ve ülkenin kronik sorunlarına dair nasıl bir yol haritasının olacağını öngörüyorsunuz?

 

MUHALEFETİN KAMPANYASI TÜRKİYE’DE GÜNDEMİ BELİRLEDİ, ANLATIYI KURDU VE BAŞARILIYDI

 

Türkiye bugün başına gelmeyen kalmamış bir travma toplumu. İntihar saldırıları, darbe girişimi, ekonomik kriz, salgın, dört bir yanımızda savaşlar ve son olarak da deprem. Bu tarz dönemler iktidarı yerinden eder gibi düşünülüyor ancak tam olarak öyle değil. Tam aksine krizler, özellikle kırılgan gruplarda bildik, tanıdık aktörlere dayanma ve onların sorunun çözümünü bildikleri aktöre devretme eğilimini artırabilir. Söz konusu olan çok sarsılmış olsa bile seçmenle inşa edilmiş bir güven ilişkisinin varlığı. Karşı tarafta ise henüz kurulamamış bir güven ilişkisi var.

 

Ancak bu güven ilişkisinin liderle kurulduğunun altını çizmek lazım. Türkiye siyasetini lider ile olan ilişkiden bağımsız okuyamazsınız. Erdoğan çok güçlü bir seçmen desteğine sahip, seçmenle doğrudan ve duygusal bağ kurabilen karizmatik bir lider. Kendi partisinin oy oranı düşerken bile kendi aldığı oy oranını bunca krize rağmen koruyabiliyor. Parti kimliklerinde, özellikle ittifaklar içi partiler arasında önemli geçişkenlikler var. Seçmenlerin siyasal parti konusunda tutum değiştirmesi de daha mümkün gözüküyor. Ama öte yandan Erdoğan kendisini bütün bu siyasal parti haritasının dışına yerleştirmeyi başarabilmiş durumda. 

 

KILIÇDAROĞLU YÜRÜTTÜĞÜ ENERJİK VE SAMİMİ KAMPANYAYA RAĞMEN, ERDOĞAN’A KARŞI YANLIŞ ADAYDI

 

Bu noktada dünya örnekleri de bize gösteriyor ki karizmatik otoritenin karşısında kimin olduğu o otoriteden çıkışta son derece önemli. Kılıçdaroğlu yürüttüğü tüm enerjik ve samimi kampanyaya rağmen Erdoğan’a karşı yanlış adaydı. Kılıçdaroğlu Erdoğan’ın 10 yıldan fazladır tüm konuşmalarının ana kötü karakteri. Onun ötekisi. Ona yönelik negatif duygular iktidar seçmeni arasında kök salmış durumda. Zamanında Erdoğan’a oy vermiş, onunla siyasi/duygusal yakınlık kurmuş seçmenin oy değişikliğine gitmesini sağlamada en çok zorlanacak aday kendisiydi. Bu önemliydi, çünkü kazanabilmek için bu seçmenin bir bölümünü, hem de çok büyük olmayan bir bölümünü ikna etmek gerekiyordu. Ama seçmenin duygusu yerine, partilerin anketlerde çıkan oy oranları toplandı ve kim olsa kazanır diye düşünüldü. 

 

Burada şunun altını çizmek isterim. Bence muhalefetin kampanyası Türkiye’de gündemi belirledi, anlatıyı kurdu. Ve bu açıdan bence başarılıydı. İktidar sadece yanıt verebildi ve bu anlamda son derece reaksiyoner bir kampanya yürüttü. Devlet bekasına dayalı ve somut sorunlara çözüm önermeyen, yeni bir şey vaat etmeyen bir kampanya yürüttü. Negatif duyguları, korkuyu harekete geçirdi. Sadece devletin varlığına yönelik bir tehditten bahsetmedi, sürekli LGBTİ vurgusu yaparak ailenin varlığına yönelik de bir tehditten bahsetti. Aile ve devlet arasında bir geçişkenlik kurdu ve muhalefetin kazanması halinde hem ailenin hem devletin dağılacağı mesajını tüm kaynakları kullanarak vurguladı. Muhalefet ise korkunun artık güçlü bir duygu olmadığını varsaydı. İnsanların soyut tehditlerden daha çok somut tehditlere göre davranacağını varsaydı. 

 

Bu somut tehdit ekonomi ise, orada da muhalefetin krizi tam okuyamadığını söylemek mümkün. Çok kısaca söylemem gerekirse enflasyonist bir ekonomi evet fiyatları artırdı ama sabit borçluların yükünü hafifletti. Ayrıca asgari ücretlere yapılan zamlar asgari ücretin enflasyon karşısında azalmamasını sağladı. Ekonomi düşük ücretli de olsa iş yaratmaya devam etti. 

 

İKTİDARIN MEŞRUİYET DEVŞİRDİĞİ ALANLARINDAN BİRİ, DIŞ POLİTİKAYA EGEMEN OLAN BÜYÜK GÜÇ OLMA SÖYLEMİ

 

Erdoğan’ın seçim sonrası yol haritasına gelecek olursam, bu haritayı büyük oranda muhalefetin oy getirmese de ses getiren gündeminin belirleyeceğini düşünüyorum. Bu gündemlerden ilki hiç kuşkusuz ekonomi ve ekonomi yönetimi. Erdoğan daha ilk haftadan ekonomi yönetimine yaptığı atamalarla muhalefetin ekonomide liyakat talebi ve eleştirisini içerecek biçimde pozisyonunu esnetti. Türkiye’nin büyük bir ekonomik krize girmesini ötelemeye çalışacak kimi politikalar da uygulamaya konacaktır. Ancak bunun ne kadar sürdürülebilir ya da yapılabilir olduğu da tartışılır. Bunun yanı sıra yine toplumun gündemine seçimlerde muhalefet üzerinden çok radikal bir biçimde giren göç gibi konularda Erdoğan’ın daha katı bir tutum almasını bekleyebiliriz. Özellikle düzensiz göç ve sınır güvenliği konusunda. 

 

Dış politika hattında ise zaten son döneme özellikle Ortadoğu’da egemen olan yumuşama çizgisinin devam edeceğini düşünüyorum. Ancak bu seçim zaferi AB ile Türkiye arasında normatif koşulların tamamen geriye itildiği al-verci bir dış politika hattını kalıcılaştıracaktır. Türkiye-AB ilişkilerinde bir ilerleme beklememekle birlikte, Türkiye’nin ABD ile ilişkilerini kısmen onarma yoluna gideceğini düşünüyorum. Dış politikaya egemen olan büyük güç olma arzusu ve söylemi bu yeni dönemde de bütün hızıyla devam edecektir. Bu alan ve söylem, iktidarın meşruiyet devşirdiği en önemli alanlardan biri zira.

 

Seçimler bize nasıl bir toplumsal fotoğraf ortaya çıkardı? Kutuplaşma ve ortaklaşma sarkacındaki Türkiye’nin, toplumsal ve siyasal fay hatları nasıl restorasyona tabi tutulabilir? Restorasyon sürecinde Kürt sorununu ve aktörlerini nasıl bir gelecek bekliyor? HDP/YSP’nin 14 ve 28 Mayıs seçimleri süresince izlediği seçim stratejisini nasıl buldunuz? Söylemi, kadrosu, performansı, hataları, açmazları ve güçlü yönleri nelerdi?

 

VATANDAŞLIK BAĞI; SEKÜLERLERİ, DİNDARLARI VE KÜRTLERİ İÇERECEK BİÇİMDE RESTORE EDİLMELİ

 

Bence bu seçimlerin en önemli sonucu, eğer geri çevirmeyi başaramazsak, Türkiye’de muhalif enerji ve umuda ciddi bir darbe indirmesi oldu. Muhalif seçmen arasında seçimlerin Türkiye’de hiçbir zaman kazanılamayacağına dair ciddi bir endişe vardı. Bu endişenin güçlendiğini söyleyebilirim. Türkiye’de otoriter sistemin konsolide olamamasının ana nedeni, ciddi bir siyasal parti kültürünün, muhalif enerjinin varlığı. Kutuplaşma da aslında pozitif bir etki yaratarak muhalefeti hep diri tuttu. Yani Erdoğan iktidarı ülkenin eğitimli, kentli, seküler kesimlerine karşı bu kadar dışlayıcı olmasaydı Rusya’da Putin’in sahip olduğu onay oranlarına ulaşabilirdi. Ancak bu seçimler Türkiye muhalefetinde ciddi bir hayal kırıklığı yarattı. Hem siyasal parti sistemine hem ittifaklara hem de seçmen mobilizasyonuna bunun çok ciddi ve büyük oranda olumsuz etkileri olacağı kanısındayım. 

 

MUHALEFET SİYASET YAPIŞ BİÇİMİNİ DEĞİŞTİRMELİ

 

Seçimlere Erdoğan karşıtlığı üzerinden bakarsak, 2014 yılından beri yüzde 52-48 hattına oy oranı olarak oturmuş bir Türkiye var. Bu hattın mekânsal/coğrafi bir niteliği de var. Kıyı kentlerde ve büyükşehirlerde muhalefet daha fazla oy alırken, Karadeniz ve iç bölgelerde iktidar daha fazla oy alıyor. Bu bize kentlere konuştuğu kadar taşraya ve küçük kentlere de konuşabilen bir muhalif siyasi hattın elzem olduğunu gösteriyor. Ancak bu “konuşma” ilişkisi sadece sözden ibaret kalmamalı. Muhalefet siyaset yapış biçimini değiştirmeli, doğrudan temas ve toplumsal örgütlenme perspektifini mutlaka siyasetin temeli haline getirmeli. 

 

Türkiye’nin bugün en temel gerilimlerinden biri Türkiye’nin otantik kültürüne kimin ait olduğuna dair farklı siyasi tahayyüller. Ülkede birbiri ile rekabet halinde olan farklı yerli, milli tasavvurları var. Bir tarafta Türkiye’nin otantik kültürünün temel unsurunun din olduğunu düşünenler var. Onların ulusu kendini sınır ötesinde hayal etme biçimleri de Müslümanlık halesini ve Müslüman coğrafyaları içeriyor. Türkiye’nin seküler, Batı odaklı nüfusunu ülkenin otantik nüfusu olarak görmüyorlar. Göç konusundaki göreli daha içerici tutumlarını da bu Müslümanlık halesi belirliyor. 

 

Diğer tarafta ise ülkenin otantik kültürünü daha dil, etnik köken üzerinden görenler var. Onlar da Kürt nüfusu ülkenin otantik nüfusu olarak görmüyor, o kültürle, o kültürün sembolleriyle barışık değil. Benzer bir biçimde göçmenleri de bu otantik kültüre tehdit olarak görüyor. Bu farklı yerli ve millilik anlatıları Türkiye siyasetini belirlemeye devam edecek. Restorasyon öneren herhangi bir siyasi aktörün bu ülkenin ortaklık zemininin ne olduğu, birbirimize ne borçlu olduğumuzu, bu ülke ile bağımızın ne olduğu konusunda bir hikâye yaratması lazım. Vatandaşlık bağının sekülerleri, dindarları, Kürtleri içerecek biçimde restore edilmesi gerekiyor.

“KILIÇDAROĞLU’NA VERİLEN ONAY, PARTİLERİN ORTAK SORUMLULUĞUDUR VE BAŞARISIZLIK, HEPSİNE BUNU İZAH ETME ZORUNLULUĞU DOĞURMUŞTUR”

burak bilgehan özpek röportaj

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yorumlar (1)

  • Ad Soyad Giriniz...
    Ad Soyad Giriniz...
    25.08.2013 20:08

    Yorumunuzu Giriniz...

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums