Kur’an Meali Yakmak ya da 28 Şubat’ı Özlemle Hatırlamak

Türkiye’de bir mahkemenin İhsan Eliaçık’ın meal-tefsirine “Doğru İslam’a aykırıdır” gerekçesiyle imha kararı verebilmiş olması Türkiye’de hukuk düşüncesinin ne kadar ilkel olduğunun sadece bir göstergesi. Fakat aslında ülkemizin hukuk bilincinin ne kadar vahim durumda olduğunu, bugünkü anayasayı kendine hiç ama hiç dert etmeyen ortalama Türk insanının duruşunda gözleyebiliriz.

Kur’an Meali Yakmak ya da 28 Şubat’ı Özlemle Hatırlamak
28.02.2023 - 06:53
Kaynak: Haber Merkezi
422

Türk hukukunun “Doğru İslam’a aykırıdır” gerekçesiyle İhsan Eliaçık’ın Yaşayan Kur’an adlı meal-tefsirini imha kararını alabilmiş olması, devletimizin ve dinimizin içinde bulunduğu kasvetli atmosferi hissedebilmek adına alabildiğine önemli.

 

İhsan Eliaçık’ın meal-tefsirinin özelliği, İslam’ı yeniden yorumlama ekseninde, mahkemenin Doğru İslam olarak adlandırdığı geleneksel İslam’a ve bugünkü siyasi iktidara karşı kararlı bir muhalefet ediyor olması. Bu meal-tefsir demokrasi, hukuk devleti ya da insan hakları felsefesi zemininde kitabı problemli hale getirecek bir hakaret dili kullandığı için değil, sadece ve sadece Doğru İslam’a aykırı olduğu için imha edilecek. İhsan Eliaçık’ı sevebiliriz, sevmeyebiliriz, fikirlerini doğru bulabilir ya da bulmayabiliriz, fakat Doğru İslam namına bir kitabın imha edilmesine sessiz kalırsak, bundan doğacak vahim sonuçlara da katlanmak zorundayız.

 

Mustafa Öztürk, İhsan Eliaçık’ın meal-tefsirinden sonra, sırada Muhammed Esed ve Mustafa İslamoğlu’nun meal-tefsirlerinin Doğru İslam’a aykırılık gerekçesiyle imha edilmesi kararının olduğunu açıkladı ki, Öztürk bu korkusunda haksız değil. Zira gerek Doğru İslam diye sunulan geleneksel İslam’ı ve onun bugünkü savunucularının dünya görüşünü ve bugünkü siyasi denklemdeki güçlerini, gerekse de Esed’in ve İslamoğlu’nun tefsirlerinin Doğru İslam’a aykırı muhtevasını bilen insanlar için Öztürk’ün bu korkusu gelip geçiştirilecek bir komplo teorisi değil.

 

Geleneksel İslam’ı savunan insanları ve onların bugünkü güç ilişkilerindeki konumunu bilen insanlar için söyleyeyim, eğer Doğru İslam adına belki de hiç sevmediğimiz İhsan Eliaçık’ın tefsirinin imha edilmesine sessiz kalırsak, bu iş Doğru İslam’a aykırı diğer tefsirlerle sınırlı kalmayacak. Zira Doğru İslam’ın bugünkü temsilcileri Ali Şeriati, Fazlurrahman, Cabiri gibi geleneksel İslam’la kavgası olan diğer düşünürlere de düşmanlar. Doğru İslam’a aykırı olmak bu ülkede kitap imhasının gerekçesi olacaksa ve bu karara bir ses çıkarılmazsa sıra bu düşünürlere de gelecek.

 

Hele ki Doğru İslam’a aykırı olmak bu ülkede kitap imhasının gerekçesi olacaksa, bugünkü Doğru İslam savunucularının dünya görüşü veri alındığında aynı Afganistan’da bugün yaşananlar gibi İslam’ı ya da dini reddeden kitapların yasaklanmasına, sansürlenmesine ya da imha edilmesine de sessiz kalmak zorunda kalacağız. Zira bugün bu ülkede Doğru İslam’ın temsilcileri evrim kuramına, Marxizm’e, Gadamer’e, Derrida’ya da vs. düşman. Çünkü Doğru İslam’ın bugünkü savunucularını içeriden tanıyanlar çok iyi bilirler, bu insanlar çağdaş seküler bilimleri okuyan gençlerin İslam anlayışının bozulduğunu ve Doğru İslam’ı savunmak için gençlerin bu bilimlerden uzak tutulması gerektiğini düşünüyorlar.

 

Burada anlattıklarım basit bir evham kabarması olarak addedilmesin diye söyleyeyim, Doğru İslam’ı savunanlar ilahiyat fakültelerinden din felsefesi, din sosyolojisi, din psikolojisi gibi gençleri Doğru İslam’dan uzaklaştıran dini ilim-seküler bilim sentezlerini dışlamak için ciddi çaba harcıyorlar yıllardır ve bunda bir nebze de başarılı oldular; siyasi iktidar son 10 yılın travmalarından sonra sırtını Doğru İslam’ın savunucularına yaslamaya başladıktan sonra… Medyaya yansımayan hikâyelere baktığınızda eleştirel İslam’ı savunan akademisyenlerin Doğru İslam’ın savunucuları tarafından alabildiğine baskı altında tutuluyor olduğunu da göreceksiniz.

 

1. İnanma ve İnancını Yaşama Dökme Hakkı

 

1945’ten sonra eksik aksak da olsa demokratik bir rejime dönüşmüş Türkiye’de, bundan birkaç yıl öncesine kadar hukuk erkinin Doğru İslam namına herhangi bir kitabı imha edilmesi kararı alabilmesi hayal bile edilemezdi. Zira inanma ve inancını yaşama dökme, düşünme ve düşündüğünü ifade etme hürriyeti demokrasinin ve insan hakları felsefesinin insana tanıdığı en temel hak olarak kabul edilirdi. Sivil, siyasi, sosyal, kültürel vs. tüm hakların çekirdeği ve temelidir inanç ve düşünce hürriyeti. Oysa bugün bu ülkede Türk hukukunun Doğru İslam namına herhangi bir kitabı yasaklayabilmesi normal addedilir hale geldi. Böylesi bir facianın normal addedilişinde ülkemizde demokrasi, insan hakları, anayasa ve hukuk bilincinin gelişkin olmamasının, bu ülkede hakların, halkların mücadelesi yoluyla söke söke alınması yoluyla değil de, tepeden inme bir yolla bahşedilmiş olmasının payı çok büyük.

 

İnanma, inancını yaşama, düşünme ve düşündüğünü ifade etme özgürlüklerinin kökeni Batı’da Katolikler ve Protestanlar arasında gerçekleşen din savaşlarında yaşanan faciaydı. Yani bu iki özgürlük başka değil, en başta ‘aykırı dini fikirler’i serbestçe yaşama ve ifade etmek içindi. Katolik-Protestan savaşında yaşananlar Batılı aklıselim düşünürleri tüm hakların çekirdeği olan bu iki hakkı kutsamaya kadar götürdü. Cumhuriyet’ten önce geleneksel İslam ile yönetilen bizim ülkemizdeyse belki de zerre kadar böylesi bir bilinç yoktu. Demokrasi, insan hakları, anayasa, hukuk devleti gibi evrensel prensipler bize Batılılaşma maceramızda tepeden bahşedildi.

 

Türkiye’de 28 Şubat’a kadar, geleneksel İslam’ın savunucuları İslam fıkhına ve hukukuna inanıyor ve demokrasi, anayasa, halk egemenliği, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi derin ıstıraplardan doğan düşünceleri basitçe şirk sayıyorlardı. Bizim o dönemde kavrayışımız basitçe şuydu: “Allah’ın egemen olduğu yerde halkın egemenliği söz konusu olamaz. Ve biz devleti eli geçirdiğimizde bir şirk rejimi olan demokrasiyi değil, İslam fıkhını ve hukukunu hayata dökeceğiz.”

 

İçinden gelmiş bir insan olarak söyleyeyim, bizim o dönemde İslam fıkhına dayanan bilincimiz az çok şu minvaldeydi: “Müşrikler, ateistler ve agnostiklerin tek hakkı öldürülmektir. Namazı terk eden Müslüman ya da zinakâr erkek ve kadın öldürülür. Hırsızın eli fiziksel olarak kesilir. Erkek isterse dört kadınla evlenir ve gerekirse kadını döver. Siyasi liderimiz namaz, oruç, hac gibi ibadetlerimize karışmadığı sürece siyasi liderimize mutlak itaatle yükümlüyüz. İktisat, diplomasi, eğitim, hukuk gibi konularda son sözü fıkıh alimi söyler. Dini ilimleri bilmeyen iktisatçının, sosyoloğun, eğitimcinin, hukukçunun vs. din aliminin kararları karşısında sükût etmesi gerekir vs…”

 

Karikatürize etmiyorum. Biz geleneksel Müslümanların 28 Şubat’a kadarki siyasi bilinci yukarıda saydığım maddelerle özetlenebilirdi. 28 Şubat Darbesi aklıselim Müslümanlarda bir uyanışa sebep oldu ve Türkiye’de İslamcılık din ile demokrasi, insan hakları, laiklik, halk egemenliği gibi prensipler arasında bir sentez yaratarak iktidara geldi ve 2002-2011 arasında bu toplumda rıza yaratan başarılı bir siyaset izleyebildiler. Geçerken söyleyeyim, geleneksel Müslümanlar insan hakları düşüncesini ilk defa başörtüsü yasağına karşı çıkarken ciddiye almayı öğrendiler ve başörtüsünü Allah’ın emri diye değil de ‘insan hakkıdır’ diye savunmaya başladılar.

 

Fakat din ile demokrasiyi barıştıran bu dönüşüm sadece aklıselim dindarlarda gerçekleşmişti. Ve bu barış, sinelerin derinliklerine işlemiş bir barış değildi. Ayrıca bu barış yaratıldıktan sonra dini ilimlerde bu barışı dini söyleme mal edecek bir düşünce dönüşümü de yaşanmamıştı. Yani siyaset ve seküler bilimlerle hemhal olmayan din alimlerimiz hâlâ geleneksel İslam’ın, yani bugün Doğru İslam denilen İslam’ın yukarıda saydığım feci kurallarına inanıyorlardı. Ve 2011’den sonra gerçekleşen pek çok siyasi travmanın sonunda siyasi iktidar sırtını geleneksel İslam’a, yani Doğru İslam’a yaslamaya başlayınca, Karanlık bir Çağ’da, bir Engizisyon çağında yaşıyormuş gibi, Doğru İslam namına kitap imha etmeyi meşru görebilen bir dini anlayış güç kazandı.

 

2. Pozitivist Hukuk

 

Türkiye’de geleneksel dindarların dinden kaynaklanan siyasi bilinci yukarıda söylediğim gibiydi. Türkiye’ye demokrasi, insan hakları, laiklik, anayasa gibi Batılı prensipleri taşıyan Batıcılarsa bu düşüncelerin altında yatan ıstırabı ve felsefeyi bu ülkeye taşımakta yeterli derecede başarılı olamadı. Türkiye’de haklar tepeden inme bir yolla verildiği ve cumhuriyetimiz bir tek parti otoriterliğinden evrilerek şekillendiği için, Türkiye’de hukuk düşüncesi felsefi derinliği olan bir gelenek yaratamadı. Hukukçuların deyimiyle hukukumuz pozitivist oldu. Yani egemenin iradesini sorgulamadan uygulamaya dökmek, hukuku hayata geçirmektir zannedildi. Ben çok iyi hatırlıyorum, bundan 15 yıl öncesine kadar, ülkemizde hukuk felsefesi namına çevrilmiş kitap sayısı beşi geçmiyordu. Yani hukuk felsefesine karşı bu bilinçsizliğin gölgesinde kalan Türkiye’de laik hukuk düşüncesi, yazılı hukukun arka planındaki felsefeyi ve meşruiyeti sorgulamadan sırf “egemen öyle buyurmuş” diyerek yazılı hukuku hayata dökünce adalete karşı görevini yapmış zannediyordu. 

 

Türkiye’de bir mahkemenin İhsan Eliaçık’ın meal-tefsirine “Doğru İslam’a aykırıdır” gerekçesiyle imha kararı verebilmiş olması Türkiye’de hukuk düşüncesinin ne kadar ilkel olduğunun sadece bir göstergesi. Fakat aslında ülkemizin hukuk bilincinin ne kadar vahim durumda olduğunu, bugünkü anayasayı kendine hiç ama hiç dert etmeyen ortalama Türk insanının duruşunda gözleyebiliriz.

 

Mesele bugünkü anayasanın hukuk felsefesi açısından ‘meşruiyet’i, ‘itaati hak etmesi’ üzerinedir.

 

2018’de kabul ettiğimiz anayasa yapılırken ne halkın görüşüne başvuruldu ne de halkı temsil ettiği söylenebilecek halk temsilcileri ve kanaat önderlerinin görüşüne… Aksine anayasayı cumhurbaşkanı dışında hiç kimseye danışma gereği duymayan bir iki uzman hukukçu kaleme aldı. Yani eğer gerçek bir anayasa, hukuk felsefesi açısından halkın sözünün egemen olmasıysa, bu anayasa yapılırken halkın sözüne hiç müracaat edilmedi. İkinci olarak, bu anayasanın oylanması sürecinde ‘hayır’ oyu vermek isteyecek insanlar, bizatihi cumhurbaşkanı tarafından ‘vatan haini’ olmakla itham edildi. Eğer hukuk felsefesi açısından anayasa halkın tamamının sözünün devlete taşınmasıysa, halkın bir kısmını ‘vatan haini’ diye damgalayan referandum süreci hiç de meşru bir biçimde sürdürülmedi. Üçüncü olarak, bir anayasanın, anayasa değerine ve meşruiyetine sahip olabilmesi için yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında kuvvetler ayrılığı yaratması gerekir. Zira anayasa en başta yöneticinin keyfi tahakkümünü engellemek için yapılır. Fakat bu anayasa yasama, yürütme ve yargı yetkilerini tek elde buluşturdu. Hele ki anayasa hukukun egemenliğini sağlamaksa, bugünkü anayasa, hukuk felsefesine tamamen aykırı bir biçimde, cumhurbaşkanının ülkeyi ‘kanun hükmünde kararname’lerle, yani cumhurbaşkanının keyfi kararlarıyla yönetmesine açıkça izin verdi. Ve son olarak, bu anayasa, seçim hukukuna tamamen aykırı bir biçimde ‘mühürsüz oylar’ vesilesiyle kabul edilebildi. Mühürsüz oy hilesi olmasa, anayasa referandumdan ‘evet’ alamayacaktı.

 

Kısa konuşacak olursak, hukuk felsefesi açısından, anayasa ve siyaset felsefesi açısından, bugünkü anayasa, anayasa fikrinin doğumuna yol açmış ıstıraplarla ve düşüncelerle bir nevi dalga geçmek anlamına geliyordu. Zira ülkemizde yapıldığı, kabul edildiği ve şu an geçerli olduğu haliyle bu anayasayı Batılı bir demokraside kabul ettirmek istesek “Siz faşist misiniz? Hiç böyle bir demokratik anayasa olur mu?” derlerdi. Bugünkü iktidarın mensuplarının faşist bir yaşam felsefesine sahip olmadığını çok iyi biliyorum. Fakat böylesi bir keyfi iktidara izin veren anayasamız ne yazık ki bu açıdan ciddi töhmet altındadır.

 

Hukuk felsefesinde bir ikilik vardır: Yasallık ve meşruiyet diye… “Bir kuralın yasaya uygun olması, onun itaat edilmeye değer, yani meşru olması anlamına gelmez” demektir bu. Bugünkü anayasanın bırakın meşruiyeti, yasallığı açısından bile ciddi sorunları olduğu halde, Türkiye’de hukuki bilinçteki kamu zafiyeti bugünkü anayasaya cevaz verebildi. Batılı bir demokraside halkı ayağa kaldıracak bir dönüşüm, bu ülkede gerçekleşebildi. 

 

3. Saf Otoriterlik Rejimi

 

‘Tayyip Erdoğan seçimi kazanırsa Türkiye’ye diktatörlük gelebilir’ diye bir tartışma yapılıyor Batı dünyasında. Benim söylemek istediğim, Türkiye’nin şu anki siyasi rejimine diktatörlük diyemezsek de, kendisine ahlaken ve vicdanen karşı çıkmamız gereken saf bir otoriterlik rejimi altında yaşadığımızdır. Yasama, yürütme ve yargı tek kişinin kontrolü altında. Varlık Fonu aracılığıyla Erdoğan ekonomiye hükmediyor. Medya aracılığıyla bilgi edinme olanaklarına el koyuyor. Ve istediği insanı üniversite kadrolarına hiç sormadan tepeden inme rektör olarak atayıp üniversitelerdeki bilgi ve fikir özgürlüğünü baltalıyor.

 

İhsan Eliaçık’ın meal-tefsirine getirilen imha kararı da, bu yönetim tarzının, sürmesine izin verilirse, en temel insan hakları olan inanma ve inancını yaşama ve düşünme ve düşündüğünü ifade etme hürriyetlerine bile maddi gücü yettiğince karışacağının işaretidir. İnsan haklarının çekirdeği olan bu iki hakka karışılması meşru görülmeye başlanırsa diğer insan haklarının durumunu siz düşünün. Önemli olan kimin yönettiği değil. Tayyip Erdoğan’ın bir kişi olarak meşru bir lider olduğuna inanabiliriz. Bunda demokrasi felsefesi açısından bir yanlış yok. Zira arkasında ciddi bir halk desteği var. Önemli olan onun yönetim tarzının meşruiyetinde ciddi sorunlar olması. Yani bir kişinin değil, bir tarzın meşru olup olmaması meselesi bu.

 

Ünlü cumhuriyet kuramcısı Quentin Skinner’ın özgürlükler konusunda liberal siyaset kuramcılarına karşı başlattığı bir tartışma var: “Bir egemen, hukuki izni olduğu halde, özgürlüklerimize bilfiil karışmıyor diye özgür sayılır mıyız ve ona itaat etmekle mükellef miyiz?” Şöyle der Skinner: “Eğer egemenin bize karışmama durumu, hukuki ya da kurumsal bir sınırdan değil de, sırf egemenin kendi kişisel iradesinden ya da merhametinden doğuyorsa, böylesi bir toplumda özgür olduğunuzu söyleyemezsiniz. Böylesi bir toplumda temel özgürlüklerinize istediği zaman karışabilen egemenin meşruiyeti de ciddi zan altındadır.”

 

İhsan Eliaçık Twitter’da kendi kitabına getirilen imha kararını protesto etmek için “Bu karar anayasanın şu maddesine aykırı” ibaresini kullandı. Perspektif’te de sık aralıklarla yazan Ergün Özbudun ve Serap Yazıcı gibi saygın hukukçular da bugünkü yönetimin hukuksuzluklarını tartışırken anayasayı ve yazılı kamu hukukunu bir hukuksal pozitivist gibi temel alıyor ve “Egemenin şu kararı yazılı kamu hukukunun şu normuna aykırı” diyerek hukuksuzlukları ifşa ediyorlar. Yani gerek Eliaçık gerekse de Özbudun ve Yazıcı gibi hukukçularımız bugünkü anayasayı meşru, yani ‘itaate değer’ kabul ediyorlar.

 

Benim bu konuda söyleyebileceğim husus şu: Bu hukuksuzlukları ifşa ederken, en başta anayasa olmak üzere, egemene her şeyi ama her şeyi kanun hükmünde kararnamelerle yönetme yetkisi veren, yani egemenin keyfemayeşa iktidarına cevaz veren bugünkü yazılı kamu hukukunu meşru kabul etmemek gerekir. Zira gerek yasama gerek yürütme gerekse de yargı egemenin kontrolü altında olduğu için, bugünkü anayasaya itaate değer bir meşruiyet atfetmek, onun yargı tarafından yorumunu da ahlaken bağlayıcı kabul etmek demektir.

 

Bugünkü yazılı kamu hukukunu reddediş, bizi Hobbes’un söylediği gibi herkesin herkesle savaştığı bir doğa durumuna irca etmiyor. Her şeyden önce hepimizi bağlayan ve insanlara karşı ahlaki sorumluluklarımızı tesis eden doğal hukuk geleneği var. Bundan sonra yine hepimizi bağlayan ve anayasa hukukçularının ‘maddi anayasa’ dediği tarihimizden ve ortak yaşam pratiklerimizden gelen yazılı olmayan değerlerimiz var. Ve yine yazılı hukuku kendisinden türettiğimiz ve ünlü hukuk düşünürü Dworkin’in ‘ilkeler ve siyasalar’ diyerek adlandırdığı hukuk felsefesini, anayasa felsefesini, demokrasi ve insan hakları felsefesini inşa eden klasik eserlerimiz ve o eserleri yazdıran evrensel ıstıraplarımız var. Ve yine Birleşmiş Milletler mensubu bir ülke olduğumuz için hepimizi bağlayan Birleşmiş Milletler Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi var.

 

Yazılı kamu hukukuna temel oluşturan ve yazılı kamu hukukunun meşruiyetini sorgulayabilmemize ve onu şiddet içermeyen meşru yollarla dönüştürmemize izin veren bu felsefi zemine rücu etmek, gerek içinde yaşadığımız vahameti hakkıyla anlamada (demokratik bir ülkede Doğru İslam namına bir kitabı imha etmeye izin veren absürtlük), gerek Türkiye insanının geleneksel olsun modern olsun içinde yaşadığımız bozuk siyasete karşı ilkesel tavır almasını sağlamada, gerekse de Türkiye’de hukuk ve demokrasi bilincinin kökleşmesinde çok daha fazla işlevsel olacaktır diye düşünüyorum. Aksi takdirde Türkiye’de hukuk tartışması son yorumuna yasama, yürütme ve yargıyı beraberce kontrol eden egemenin karar verdiği ve halkın siyasal bilinçlenmesinde bir faydası olmayan bir uzmanlık meselesi olarak kalmaya mahkûm olur. 

 

4. Hakikatleri Keşfetme

 

28 Şubatçılar ciddi yanlışlar ve zulümler yaptılar. Fakat laik demokrasiyi kökten reddeden Seyyid Kutup ve Mevdudi gibi radikal İslamcıların kitaplarını yasaklamayı akıllarının ucundan bile geçirmemişlerdi. Çünkü son birkaç yıla kadar eksiği ve aksağı olsa da, Türkiye’de inanma ve düşünme özgürlüklerinin oturmuş bir geleneği vardı. Ve bu geleneği oturtanlar da aykırı fikri sapkınlık/dalalet ya da irtidat/dinden çıkma olarak gören gelenekçi İslamcılar değil, büyük oranda kendine Batılı demokrasiyi model alan siyasetçi ve hukukçulardı.

 

28 Şubat’ın baskısı ve zulmü benim gibi pek çok İslam entelektüelinde geleneksel İslam’ın sorunları konusunda ve İslam-siyaset ilişkisi hakkında bir sorgulamayı ve aydınlanmayı tetiklemiş ve bize yeni bir idealizm ve heyecan getirmişti. Ben o dönemdeki kişisel dönüşüm maceramı hâlâ özlemle anarım. Zira hayatıma ciddi bir değer katmıştı o dönemdeki hakikatleri keşfediş sürecim. Ve nihayetinde bu aydınlanma ve idealizm 2002-2011 arasındaki AK Parti barışını da yaratmıştı.

 

Ülkenin travma üstüne travma yaşadığı ve egemeni alabildiğine ifsat ettiği bir süreçten sonra, bugün yeni bir krizle karşı karşıyayız. Ve artık ülkemizde Doğru İslam namına kitaplar imha edilecek hale geldi. Ve bu kitapları imha eden Doğru İslam partizanlarına “İslam’ın doğrusu nedir?” diye soracak olursanız, içeriden tanıyanlar çok iyi bilir, size şunları söylemek zorunda kalacaktır: “Müşrikleri, ateist ve agnostikleri öldürün. Namaz kılmayanları da… Zina eden erkek ve kadını da…. Erkek isterse dört kadınla evlenir. Gerekirse karısını döver. Batılı felsefe, sosyoloji, edebiyat, evrim kuramı vs. İslami itikadı bozuyor. Bunları okumak küfürdür. Ali Şeriati, Fazlurrahman, Cabiri vs. İslam’ı tahrif ediyor. Bunlar kâfirdir ve bu eserler yasaklanmalıdır vs.…” Fikirlerini beğenin ya da beğenmeyin, bugün İhsan Eliaçık’a yapılana hangi gerekçeyle sessiz kalırsanız kalın, arkasına siyasi iktidarın desteğini almış bu Doğru İslam, eninde sonunda bu dediklerimi hayata geçirmek için elinden geleni yapacaktır. Medyaya yansımayan vahametin ne durumda olduğunu anlamak istiyorsanız, ilahiyat fakültelerinde Doğru İslam savunucularının eleştirel İslamcı düşünürleri nasıl baskı altına almış olduğunun hikâyelerine kulak verin.

 

28 Şubat’ın sonunda benim vardığım kendi doğru İslam’ım bana nihayetinde Tanrı’nın Oğlu kavramına karşı bir kavga vermem gerektiğini öğretti. “Tanrı’nın Oğlu ne demektir? Bu ayetin çağdaşlığı nerededir?” diye sorguladığımda, nihayetinde şu sonuca vardım: Bir yöneticiye sorgulanamayan, yani tanrısal bir otorite bahşedilmişse, Kur’an bu yöneticiye ‘Tanrı’nın Oğlu’ adını verir ve böylesi sorgulanamayan bir yönetimi meşru görmez. Yasamanın, yürütmenin ve yargının tek elde toplandığı, egemenin ekonomiyi kontrol altında tuttuğu, fikir hürriyetinin mekânı olan medyayı ve üniversiteleri baskı altına aldığı ve keyfemayeşa kararlarını ‘kanun hükmünde kararname’ adı altında uygulamaya dökebildiği bir tek adam yönetiminin Tanrı’nın Oğlu kavramının şümulüne girdiğine sonuna kadar inanıyorum. Ve buna karşı bir mücadele vermek gerektiğine de…

 

Zaten Hazret-i Ebu Bekir de İslami yönetimin özünü ifşa eden şu soruya aldığı cevapla İslam siyasetinde meşruiyetin temellerini atmıştı: “Eğer ben eğrilirsem ne yapacaksınız?” Yanıt: “Seni yakandan tutup düzelteceğiz.” Ebu Bekir: “İşte o zaman gerçek Müslümanlar olursunuz.”

 

5. Sorgulama ve Aydınlanma Süreci

 

Batılı hiçbir kavramı ya da felsefeyi kullanmadan, sadece Kur’an’la, Hazret-i Peygamber’in örnekliğiyle ve dört halifenin yaşam ilkeleriyle de bu ülkede dünyaya örnek olacak bir barış kurabilirdik. Batılıların Antik Yunan ve Roma’ya rücu ederek çağa ışık tutabilmeleri gibi… Bu barışı hâlâ kurabiliriz. Fakat bunun için, deizm tartışmalarının da gösterdiği üzere, 28 Şubat’taki gibi ciddi bir sorgulama ve aydınlanma sürecine girmemiz şart. Ve ne yazık ki Endülüs’te, Horasan’da ve Osmanlı’da güzel meyveler vermiş geleneğimizin bugün bize sadece posası kalmış durumda. Ülkemizin geleneksel dindarları da namaz kıldığı, oruç tuttuğu sürece hangi yanlışı yaparsa yapsın ulülemre mutlak itaat etmeyi dinin esas hükmü sayıyorlar. Ortalama geleneksel dindar insanın siyaset felsefesinin çekirdeği ne yazık ki bu. Ve fakat, siyasi iktidarın yanlışlarından mustarip bazı Müslüman entelektüellerimiz gibi, hâlâ Doğru İslam’ı gelenekte arayacaksak, bugünkü yanlışlara söz söyleyecek entelektüel bir zeminden yoksun kalacağımızı da daha baştan çok iyi bilmemiz gerekiyor.

ESAT ARSLAN

https://www.perspektif.online/kuran-meali-yakmak-ya-da-28-subati-ozlemle-hatirlamak/


Editör: N. Cingirt
Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums