Ockham’ın Usturası, Hume’un Makası, CHP

  • 16.10.2023 13:41

Siyaset Bilimci Hasan Bülent Kahraman Türkiye’nin sosyolojisi bağlamında CHP’nin değişim zorunluluğunu, olası zorlukları ve yapılması gerekenleri yazdı.

Felsefeyle biraz daha ilgilenenler ‘ustura’ kavramını bilir. En meşhuru benim de değineceğim Ockham’ın Usturası’dır (Novacula Occamii) ve tartışmalarda basitliği gözeten bir kavramdır. Aynı hipoteze dönük iki önerme varsa, der 13. Yüzyıl Fransisken papazı Ockham, basiti doğrudur. Peki. Hitchens’ın, Hanlon’un usturaları da meşhurdur. Hem önemlidirler hem de ben severim. Yine de çeşitli usturalar arasında en çok etkilendiğim Hume’unkidir. Hume, olması gerekenler üstünde düşünürken, onların olanlardan çıkarsanamayacağını öne sürer. Basitleştirierek söylersem, olan, olması gerekeni içermez. Nedenler, eğer olanı açıklamıyorsa veya onu yaratamıyorsa, o durumda, nedeni ortadan kaldırmak gerekir.

CHP üstünde düşünürken bu tanımı anımsamamak olanaksız. Nedeni belli, Azeri Türklerinin tanımıyla CHP hakkında ‘fikirleşmek’ iki anlama geliyor. Birincisi, olanları çözümlemeye, anlamaya uğraşıyoruz ki, kendi içinde bile zor ve karmaşık bir süreç. İkincisi, CHP’yi ele almak, irdelemek, üstünde kafa yormak yüz yıllık bir edimdir ve CHP’yle ilgili olması gerekenler üstünde düşünmektir. Mevcut koşullara bir çözüm aramak daha doğrusu bulmaya çalışmaktan söz ediyoruz. Ulus olarak analizi fazla sevip benimsemediğimizden, hemen işin o kısmına yönelip, çözüm nedir diye sorarız.

Yine toplumsal kültürümüz daha çok monistik, yani tek dayanaklı, hücreli, boyutlu, tekçil bir anlayışla iç içe olduğundan, çözümün tek boyutlu, basit, kolay olmasını isteriz. Sanki toplumsal, politik süreçler çok karmaşık değilmiş gibi, sorunu hemen (!) ortadan kaldıracağına inandığımız, o çok kısa yazılmış doktor reçetesinin ardına düşeriz. Ayrıca, çözümlemenin, irdelemenin ve o arada kusur bulmanın çözüm bulmaktan daha kolay olduğu da malum. Oysa ben daima bu anlayışın tersini düşünmüş, çözümlenenin çok daha gerçek olduğuna ve o analizi somutlaştırmadan çözümün olanaksızlığına inanmışımdır. Öyle yapalım ve bugün CHP’nin içinde yaşadığı sorun yumağının dışına çıkmasının olanağı var mıdır sorusunu genişçe bir parabolle ele alalım.

Seçim sonrasında ciddi ve sonuçları bakımından çok vahim bir sorun yaşandı. 29 Mayıs günü yapılan açıklamalarla CHP içinde tartışma başlatıldı. CHPnin iç sorunlarına dönük o tartışma iki anlama geliyordu. Hem seçim yenilgisini çok ağır bir biçimde kabul ediyordu (çünkü, yönetimi suçlamanın ve zayıf düşürmenin en önemli aracı ‘yenildikdemekti) hem de dönem boyunca yaşanan onca sorunu yok sayıyor, göz ardı ediyor ve seçimi hemen meşrulaştırıyordu.

 

Seçim sonrasının vahim hatası…

Seçim döneminde yapılan yanlışları, yaşanan çelişkileri, hatta onların en ağırı, en büyüğü olan Altılı Masa’nın tek bir odak, amaç etrafında kurulmasını, benzemezlerin çeşitli meseleler karşısında analitik, ideolojik farklarını bir kenara bırakmalarını hatta yok saymalarını bir an için görmezden gelelim. Seçim sonrasında ciddi ve sonuçları bakımından çok vahim bir sorun yaşandı. 29 Mayıs günü yapılan açıklamalarla CHP içinde tartışma başlatıldı. CHP’nin iç sorunlarına dönük o tartışma iki anlama geliyordu. Hem seçim yenilgisini çok ağır bir biçimde kabul ediyordu (çünkü, yönetimi suçlamanın ve zayıf düşürmenin en önemli aracı ‘yenildik’ demekti) hem de dönem boyunca yaşanan onca sorunu yok sayıyor, göz ardı ediyor ve seçimi hemen meşrulaştırıyordu.

Muharrem İnce’nin seçimin hemen birkaç saat sonrasında ‘adam kazandı’ demesi neyse, bu seçim sonrasında gösterilen ‘kaybettik, yönetim yanlış yaptı’ demek de aynıydı. Böylece seçimin tartışılması söz konusu olmaktan çıktı ve CHP aklın pek de almayacağı bir ‘fetret devrine sürüklendi. O gün bugündür CHP’nin yetersizliği, kısıtlamaları, çaresizliği dışında hiçbir şey konuşulmuyor. Hepsi doğrudur ama bu tartışmanın partiyi kapalı örgüt sosyolojisi içine sürüklediğini görmek gerekir. Zamanında MHP salonlarında görülen kavgaların şimdi CHP ‘bünyesinde’ görmenin nedeni budur, gücünü dışa dönüştüremeyen örgütlerde Batılıların ‘içe patlama’ (implosion) dediği durum ortaya çıkar. Her patlama dışa doğru (explosion) değildir.

İçe dönük çekişme başlamasaydı, CHP önce seçimi tartışsaydı, yaşadığı yenilgiyi çözümleseydi ve oradan değişim arayışına yönelseydi her şey çok farklı olacak, ne ve kim olduğunu artık çok da iyi bilemediğimiz parti bambaşka ama çok üretken ve verimli bir ideolojik, hiç değilse düşünsel arayışlarla içli dışlı olacaktı. Her tartışmanın geriye dönük olması şart değildir. İleriye dönük, geleceği hedefleyen tartışmalar çok daha verimlidir. CHP seçim sonrasında öylesi bir süreçten geçmiyor. CHP parti içi bürokrasiyi ve iktidarı hedefleyen bir mücadele yaşıyor. Oysa CHP’nin ciddi bir eyleme ihtiyacı var.

CHP, 29 Mayıstan itibaren eylemi unutmuş bir partidir, çünkü kendisini, tartışmaktan, ötekinin varlığından yalıtarak yalnızlığa mahkûm etmiş durumdadır. Ortada Arendtin getirdiği tüm eleştirilere rağmen ideolojik bir platform da bulunmuyor. Boşlukta sallanan bir partiden söz ediyoruz. Büyük şair Ece Ayhan’ın vurgusuyla, kendi kendisinin terzisi bir kamburu seyrediyoruz.

 

Eylem ve ideoloji…

Bu noktada çelişkinin ve çıkmazın ne kadar büyük olduğunu insan Arendt’in ideoloji ve eylem konusunda söylediklerini yaptığı karşılaştırmayı anımsayınca daha iyi anlıyor. Arendt, ideolojinin ‘bir fikrin mantığı’ olduğu vurguluyor ve sadece tek bir başlangıç noktasından yola çıktığını belirtiyordu.  O hareket noktası varsayılan ortak özdür. Devam eder ve kendi mantıksal sonucuna erişir. İdeolojinin tümüyle olumsuz bir mantık tecebbürü/şiddeti uyguladığına dikkat çekerek maksadının tümel bir düşünce doğrultusu tutturmak olduğunu söyler. Bu ilginç felsefeci ideolojinin, insan zihninin işlerken benliği, başkasını veya dünyayı gereksinmeyen tek kapasitesi olduğunu da ekler.

Arendt’in ideoloji konusuna getirdiği büyük katkı bu kavramı totaliter rejimlerin kitleyi eyleme geçirmek için bulduğunu söylemesidir. İdeoloji herkesin giydiği bir dar cekettir. Oysa insan benliğini eylemde bulur. Çünkü, eylem insanın kendisi üstünde düşünmesidir. Eyleme kendi biricik benliğimizden hareket ederek, yola çıkarak başlarız ve eylem insanı yeniler. Ayrıca eylem çoğullukla iç içedir. İnsan eylemi yalnızlık (izolasyon) içinde gerçekleştiremez. Eylem insanların yeni şeyler düşünmeye başlamasıdır, yeni düşünceler geliştirmesidir. Kısacası ideoloji kitlesel, eylem bireyseldir.

CHP, 29 Mayıs’tan itibaren eylemi unutmuş bir partidir, çünkü kendisini, tartışmaktan, ötekinin varlığından yalıtarak yalnızlığa mahkûm etmiş durumdadır. Ortada Arendt’in getirdiği tüm eleştirilere rağmen ideolojik bir platform da bulunmuyor. Boşlukta sallanan bir partiden söz ediyoruz. Büyük şair Ece Ayhan’ın vurgusuyla, ‘kendi kendisinin terzisi bir kamburu seyrediyoruz.

Problem şu ki, CHP işaret ettiğim girişimlerin hiçbirini açıkça, toplumda tartışma yaratarak, onları bir eyleme dönüştürerek yapmadı. Sessiz sedasız yapılan her işin yarattığı kuşku denizi CHPyi hem de kendi tabanında boğdu.

 

Dönüşüme rağmen gerilemek…

Bahsettiğim kısıtlamaların getirdiği makro resme bakalım şimdi. O resimde daha önceki yazılarda ele aldığımı sorunlar var, CHP’nin tarihsel sorunları diyelim. Onlara girecek durumda değiliz. Mesele bundan sonra ne yapılabileceğiyle ilgili.

İki ana cevapla başlayabiliriz. Birincisi, CHP’nin ne olduğunu bir türlü anlayamadığımız, partiyi büsbütün kapalı kutuya dönüştüren ve içine kapatan, onu çevresinden soyutlayan hatta ıssızlaştıran şu son dönemde bazı önemli adımların atıldığını düşünüyorum. Birincisi, Kürtler, ikincisi Aleviler olabildiğince partiyle bütünleştiler. Bir dönem, yine çok sessiz sedasız biçimde, özellikle İstanbul il örgütü CHP’yi Canan Kaftancıoğlu aracılığıyla gerçek solla da iç içe geçirdi. Ekrem İmamoğlu İstanbul’u bu açılım sayesinde kazandı.

Üç gelişme de ayrı ayrı önemli. Sonra, CHP’nin popülist ve plansız biçimde olsa da kendi dışındaki siyasetlere yönelmesi, daha geniş, daha kucaklayıcı bir partiye dönüşmesi ayrıca değer taşıyor. Problem şu ki, CHP işaret ettiğim girişimlerin hiçbirini açıkça, toplumda tartışma yaratarak, onları bir eyleme dönüştürerek yapmadı. Sessiz sedasız yapılan her işin yarattığı kuşku denizi CHP’yi hem de kendi tabanında boğdu. Eğer bir plan olsaydı, o açılımlar bir sisteme bağlansaydı büyük ihtimalle CHP bugün başka bir parti olacaktı. Olmayınca her girişim CHP’nin iç bürokrasi ve iç iktidar sorununa dönüştü. Zaten bugün CHP’yi parti dışı çevrelerden çok bizzat parti içi gruplar eleştiriyor ve sarsıyorsa nedeni budur, atılan adımların parti içi dengelerle ilişkili olmasıdır.

CHPnin daha dinamik bir siyasete yönelmesini aşırı (ve her aşırılık gibi gerçek dışı) ulusalcı bir hat, bir set çekerek önlediler. Oysa, öyle anlaşılıyor ki, CHP 2010 sonrasında Kemalizmle benim sembolleri suskunlaştırmakdediğim bir mühendislikiçinde ilişki kuruyordu.

 

Üç büyük neden

1. Yok ya da yanlış ideoloji

Önemsediğim ve altını çizdiğim gelişmelere mukabil CHP’nin sürekli olarak gerilemesinin (hayır, yerinde saymıyor CHP, geriliyor) ana nedeni, Arendt’in dile getirdiği tüm eleştirileri saklı tutsak da ideolojik bir çerçevesinin olmamasıdır. Çok vahim, bir o kadar da hazin bir gerçekten söz ediyorum. Kemalizm kurucu bir ideoloji olarak ne kadar önemli olursa olsun bugünkü toplumsal siyasetin üstüne oturacağı zemin değildir. İlkeler yumağıdır, genel ve öyle isteniyorsa ödün verilmeyecek çerçevedir, ama günlük politikayı o kavram üstünden götürmek olanaksızdır. Oysa parti günlük siyasetin örgütüdür.

CHP tam da bunu yapamadı. Dönemin doğurduğu en büyük sosyolojik sorun ‘beyaz Türklerdir. Bu kesim ne olduğunu kavramlaştırmayacağımız bazı tercihlerle Kemalizmi bir yandan folklorlaştırırken bir yandan da CHP’nin daha dinamik bir siyasete yönelmesini aşırı (ve her aşırılık gibi gerçek dışı) ulusalcı bir hat, bir set çekerek önlediler. (Ulusalcı dediğim tutuma doğru şekilde ‘atavistik’ diyeceğim ama bu sözcük hem Türkçe sanılıyor hem de ‘ata’yla Atatürk’le ilişkilendiriliyor.) Oysa, öyle anlaşılıyor ki, CHP 2010 sonrasında Kemalizmle benim ‘sembolleri suskunlaştırmak’ dediğim bir ‘mühendislik’ içinde ilişki kuruyordu. Kemalizmi elbette benimsiyor, kurucu ilkesi kabul ediyor ama günlük siyaseti başka ve daha gerçekçi bir zeminde sürdürüyordu. O süreçte gerçekleştirdiklerini bir ideoloji zeminine yerleştirebilseydi ve daha açık oynasaydı bu dar boğazı aşabilirdi, çok daha geniş toplum kesimlerinin somut ve sağlam desteğini kazanabilirdi.

Küçük bir parti olmakla güçlü parti olmak birbirinden farklıdır ve önemli olan güçlü parti olmaktır. CHP büyük parti olmasına rağmen güçlü parti olamıyorsa nedeni, sürekli olarak merkeze yani iktidar odağına kaymak, ona yaklaşmak ve orada duran partiyi o noktaya taşıyan ideolojiyi taklit etmektir.

 

2. Merkez derken AKPyi tahkim etmek ve apolitikleşmek

O ideolojiyi geliştirmedi, çünkü sol popülizm gibi görünen bir catch-all (!) parti olmaya çalıştı. Onu da mahcup bir edayla yaptı, sessiz ve derinden giderek gerçekleştirmeye çalıştı. Kimseyi yeterince inandıramadığı için ‘komik’ bazı girişimler halinde kaldı ve öncelikle kendi tabanının tepkisini topladı. Açık, planlı, hesap verebilir ve samimi olmaya çalışsaydı Türkiye’ye büyük olanaklar kazandıracaktı. Olmadı, olmayınca, kendi içine kapalı, kendisiyle çekişen, üstünde 28 Şubat ve Baykal döneminde Genelkurmayın güdümünde kalan, 2007 krizini tabanına ve topluma yaşatmış bir partinin kötü izlerini ve ağır yükünü taşıyan bir parti olarak kendisiyle, kendi hayaletiyle boğuşmak zorunda kaldı. Kılıçdaroğlu dönemi o izleri silmek bakımından çok ciddi girişimlerde bulunduysa da bir o kadar da ciddi taktik ve üslup hataları yaptı.

Siyasetin bir gerçeği var: yaptığınız hamle karşınızdakinin kozunu elinden almaya yönelikse ve beceremezseniz onu güçlendirir, büsbütün konsolide edersiniz. Nietzsche bunu Putların Alacakarnlığı’nda söylüyordu, ‘beni öldürmeyen acı güçlendirir’. Söylemek zorundayız, CHP’de Kılıçdaroğlu döneminde AKP’ye karşı yapılan hamleler o partiyi tahkim etmeye yaramıştır. Üzücü ama gerçek! 1990’lardan beri sürekli olarak yinelediğim ve o dönemlerde siyasal davranış literatüründe de çok tartışılan ikinci bir gerçeğe göre partiler ancak ayrışarak güç kazanırlar, benzeşmek daima güç kaybettirir.

Küçük bir parti olmakla güçlü parti olmak birbirinden farklıdır ve önemli olan güçlü parti olmaktır. CHP büyük parti olmasına rağmen güçlü parti olamıyorsa nedeni, sürekli olarak merkeze yani iktidar odağına kaymak, ona yaklaşmak ve orada duran partiyi o noktaya taşıyan ideolojiyi taklit etmektir. Kısacası, CHP son on üç yılda (hayal dahi edilemeyecek kadar uzun bir zaman) gerçek manada AKP’yi konsolide etmiş, sürekli şekilde taklit ederek ona ideolojik üstünlüğünü kazandırmıştır. Bir spekülasyondan söz etmiyoruz. Psikanalizin zorlayıcı çözümü: gerçek kabul edilmeden nevrozlar sağalmaz. İnanan inanır, gerçek budur ve gerçek daima somuttur.

Çok ürpertici bir başka noktaya gelelim buradan. CHP mevcut ve dile getirdiğim yanlış çabalarından ötürü apolitik bir partiye dönüşmüştür. İktidar odağının ideolojik ve toplumsal çerçevesini benimsemek, onu taklit ederek siyaset yapmaya çalışmak CHP’yi kendi ideolojik dokusundan uzaklaştırmıştır. O ideolojik doku Kemalizmi bile şematik, yanlış ve sekter bir noktaya çeken anlayışlar değildir, hemen belirteyim. Hala aranan, bir türlü yeterince benimsenmeyen, retorik olarak zaman zaman dile getirilen ama vurgulanmayan, hemen kaçınılan, söylenmemiş gibi davranılan sosyal demokrasi o ideolojidir.

Adını koyarak söylemek gerekirse Yeni CHP’nin yani Baykal’ın açtığı ve 1992-2010 arasında 18 yıl başında bulunduğu, içe kapanmış, bürokratik, militarist, zaman zaman ulusalcı CHP’nin dramatik hatası budur. Buna rağmen, Baykal dönemi çoğu zaman nostaljik bir edayla da olsa sosyal demokrasi telaffuz ediyordu, Kılıçdaroğlu dönemi merkezleşme çabaları içinde ve sosyal demokrasinin bir merkez ideolojisi olduğunu unutarak, kavramı asla dile getirmedi. Çöküşün en ciddi nedeni budur ve bu neden ortada kaldıkça çöküş sürecektir. Bu konuya döneceğim ama şurası bir gerçek ki, CHP zaman içinde apolitikleşmiş, merkezdeki ikincil parti olarak bazen tarihsel kimliği bazen kısmi tepki oylarıyla ayakta duran, ama içten içe tükenen, güncel sosyolojik kapasitesini yitiren bir partiye dönüşmüştür.

sacası yeni sistemin açılımı ‘başkanlıküstünden değil kalkınma, büyüme, gelişme gibi modernleşme kavramları üstünden sağlanmıştır. Dolayısıyla demokrasi-kalkınma arasında son dönemlerde ilgili literatürün gösterdiği ilişki rahatlıkla koparılmış, sınıf atlama hülyalarının yoğunluğun içinde ekonomi demokrasinin önüne geçirilmiştir.

 

3.Modernleşme bunalımı…

CHP tragedyasının üçüncü boyutunu modernleşme bunalımı meydana getiriyor. Çok kapsamlı ve güç bir konudan söz ettiğimin farkındayım. Yine de daraltarak ve iki noktaya değinerek toparlamaya çalışayım. Birincisi, modernleşme Türkiye’de çifte bir süreç içinde bugün de gelişiyor. Bunların ilki toplumsal dönüşümün olanca hızlıyla sürmesidir. Özellikle göçler ve AKP’nin son yirmi yolda kırsal alan nüfusunu kente taşıması, kent çevresinde yer alan sosyolojik unsurları hem de onların kimliklerini (Müslüman, baş örtüsü) vurgulayarak merkezle bütünleştirmesi, kalkınma, büyüme, teknoloji gibi kavramlarla bu kitlelere gelecek hayali kurdurması, yerel yönetim çabalarıyla yoksulluklarını unutturması, yine kimlik politikaları aracılığıyla örselenmiş benliklerini okşaması ve kendince rehabilite etmesi modernleşmeyle özdeşleştirilecek politikalardır.

Bu bağlama çok ilginç bir halka daha ekleniyor ki, ikinci unsur da o: başkanlık sistemi. Bu model Demirel’den ve Özal’dan bu yana Türkiye sağının gündemindedir. Nedeni, hızlı kalkınmayı sağlayacağın inanılmasıdır. Zannedilmiştir ki, eğer güçlü bir lider ve zaman yitirmeden karar alma imkânı doğarsa kalkınma daha süratli gelişecektir. Bu açıklama ve yorum sağdaki kitleleri derinden etkilemiştir. Tek adam gibi olguların tarihsel bilinç dışındaki etkisi ihmal edilecek olsa dahi, başkanlık sistemi, dile getirilen kalkınmadan yararlanmak, sınıf atlamak isteyen çevreler üstünde etkili olmuştur.

Kısacası yeni sistemin açılımı ‘başkanlıküstünden değil kalkınma, büyüme, gelişme gibi modernleşme kavramları üstünden sağlanmıştır. Dolayısıyla demokrasi-kalkınma arasında son dönemlerde ilgili literatürün gösterdiği ilişki rahatlıkla koparılmış, sınıf atlama hülyalarının yoğunluğun içinde ekonomi demokrasinin önüne geçirilmiştir. Yanlış da olsa modernist bir ihtiyaca kendince cevap ürettiği açık olan bu yeni düzenleme dahi CHP’nin temel politik itirazlarıyla karşılaşmamıştır. Kısacası, şimdi, 20 yıl sonra iktidar bakımından orta ağırlıkta bir hızla tükenen modernleştirme önerileri, son dönemde CHP tragedyasının önemli koşullarından biridir.

CHP bu kısıtlamaları ‘yeni bir parti olarak aşabilir. Böylesi bir sonucu retorikle elde edemez. Halkı, kitleleri inandıracak üç somut noktada kendisini tanımlamak zorundadır.

Çare: üç somut koşul

Elbette çare var ve o çare gerçek bir değişim ve dönüşümdür. Büyülü olduğu kesinlik taşıyan bu iki kavramın içini doldurmamak bir partinin toplum indinde ve nezdinde itibarsızlaşmasıdır. Kendi bagajına sahip çıktığı ölçüde değişip değişemeyeceği başlı başına bir soru olan CHP’nin bu doğrultuda yeni bir döneme girmesi ise kaçınılmaz görünüyor. Aksi takdirde CHP toplumdan belli bir oy alan, tarihsel konumunu muhafaza eden ama günlük siyaset pratiğinde işlevsiz ve marjinal bir parti olarak kalacaktır.

CHP bu kısıtlamaları ‘yeni bir parti olarak aşabilir. Böylesi bir sonucu retorikle elde edemez. Halkı, kitleleri inandıracak üç somut noktada kendisini tanımlamak zorundadır. Üç somut nokta neden diğer partileri değil de CHP’yi bağlamaktadır diye sorulursa cevabı açıktır: birincisi, CHP’nin zikredeceğimiz kavramlarla ilgili, ilişkili bir tarihi mevcuttur. Zaman zaman o tarihi CHP açık veya örtülü olarak yadsımıştır, yine de tarih durduğu yerde durmaktadır. Örneğin sosyal demokrasi, sol, sosyalist eğilimleri bugünkü CHP’de akla dahi gelmemektedir ama bu kimseye yararı olmayan nevrotik bir inkardır. İkincisi, bu koşullar ise sadece CHP’yle ilgili değildir. Türkiye’nin ciddi ve önemli sorunları arasında yer alan o sorunlara hangi parti kalıcı çözüm önerileri getirse toplum nezdinde itibar kazanır.

CHP’nin bu bağlamda kendisini yenilemesi için bütünleşmesi gereken ve belli bir programasyonla somutlaştırması gereken üç unsurdan söz edelim. Üç kısıta mukabil üç açılım noktası da diyebiliriz.

Demokrasi tüm dünyada bir bunalım yaşıyor. Fakat bu gerçek Türkiyedeki demokrasi sorunlarının mazereti olmaz. Demokrasi, de facto bir pozisyon ve realitedir. Demokrasi dışına çıkmak hiçbir şeyin gerekçesi olamayacağı gibi hiçbir gerekçe demokrasinin dışına çıkılmasını meşrulaştırmaz.

 

1.Demokrasi

Bunların ilki demokrasidir. Türkiye’nin, göz ardı edemeyeceği bir demokrasi sorunu var. Sorunu çok radikal biçimde ortadan kaldırmak için görüş ürettiği oranda CHP kendisini dönüştürebilir. Demokrasilerin dünyada ağır tehditler ve hareket kabiliyetini sınırlayan engellerle karşılaştığı bir dönemde CHP’nin getireceği yeni demokratizasyon anlayışı (‘demokrasi’ değil!) hayati derecede önemlidir.

Burada en önemli unsur demokratik açılımın kurucu irade yani tiers etat/third estate denen halkla bütünleşerek sağlanmasıdır. Demokratik kuramın özünü oluşturan kurucu irade kavramını, Türkiye’de ne yazık ki sivillikten çok uzak olan demokrasinin yeniden hatırlaması gerekiyor. Bugüne kadar çeşitli vesilelerle meşrulaştırılan jakoben demokrasi de son zamanlarda görülen popülist demokrasi de bahsettiğimiz kurucu irade kavramının dışındadır. Hepsi bir yana Türkiye’de gerçekten radikal bir demokrasiye acilen ihtiyaç vardır ve bu yönde eylemde bulunan parti siyasetin kurucu unsuru olacaktır.

Demokrasi tüm dünyada bir bunalım yaşıyor. Fakat bu gerçek Türkiye’deki demokrasi sorunlarının mazereti olmaz. Demokrasi, de facto bir pozisyon ve realitedir. Demokrasi dışına çıkmak hiçbir şeyin gerekçesi olamayacağı gibi hiçbir gerekçe demokrasinin dışına çıkılmasını meşrulaştırmaz. Bugününün demokrasisi Platonik bir çerçevede ele alınamaz. Demokrasi tıpkı Magna Carta’nın Magna Foresta ile iç içe olmasına benzer şekilde bugün özgürlük kavramını sadece insanlar için değil, az sonra değineceğim gibi, çevre için de öngörmektedir. Demokrasi bugün temel insan haklarının, düşünce açıklama özgürlüğünün çok ötesindedir, çok incelmiştir ve mikro sorunları da kapsar bir mahiyet taşımaktadır. Cinsel tercihler, ana dil tartışmaları, çoğulcu toplum, çok-kültürcü bir toplum yapısı, göçlerle belirlenen yeni toplumsal dinamikler ve daha birçok unsur yeni demokrasinin parametreleridir. Türkiye de bu demokrasiye fazlasıyla ihtiyaç duymaktadır.

Buraya eklenecek son unsur yeni demokrasinin şimdi tüm dünyayı saran hatta kasıp kavuran, 1990’larda mikro-milliyetçilik denen ama artık başlı başına yeni bir dalga olarak kendisini gösteren, ırkçılığa kadar uzanan milliyetçiliğin de önündeki en önemli engel olmasıdır. Ancak demokrasinin getirdiği toplumsal barış ve onun belgesi olan toplum sözleşmesi şimdi göçlerle büsbütün bilenen ırkçı-milliyetçiliği engelleyebilir. Neredeyse Nazi döneminin meşhur terimi olan ‘blut und bodenle (‘kan ve toprak’) terimiyle kendisini gösteren bugünkü dehşet veren milliyetçi açılımlar dünyanın da Türkiye’nin de aşağıda biraz daha açacağım bir (sosyal) demokrasiye ne ölçüde ihtiyaç duyduğunu her fırsatta gösteriyor.

21.yüzyılın ilk çeyreğini tamamladıktan sonra sosyal demokrasinin kazandığı yeni anlamı çok ciddi bir şekilde ele almak gerekir. Sosyal demokrasi bugün de sosyal adalet, hakça bölüşüm, eşit dağıtım, çoğulculuk, çok-kültürlülük gibi politikalarla iç içedir.

2.Sosyal demokrasi

Daha önce Ali Haydar Fırat’ın da bir yazısında değindiği gibi demokrasinin kurucusu olan ve Rahip (L’Abbé) Sieyés’in meşhur kitabında (Türkçeye Üçüncü Sınıf Nedir adıyla çevrildi) biçimlenen bu kavramın bugün sadece demokrasiyle ilişkilendirilmesi yetersizdir. Kurucu irade kendi tarihi birikimi itibariyle CHP bağlamında sosyal demokrasiye açılır, bir kez daha açılmak zorundadır. Hiçbir tavize ve tereddüde yer bırakmayacak şekilde sosyal demokrasinin bugün kazandığı muazzam anlam genişliğinin bütünüyle CHP’ye intikal ettirilmesi ve bu parti tarafından güçlü şekilde savunulması gerekir. Zaman zaman çeşitli kesimlerin dile getirdiği şekilde sosyal demokrasi basit, ‘fantezi’ veya ‘frapan’ bir kavram değildir. Retorik bir kavram da değildir. Sosyal demokrasi kökenleri, tarihi ve birikimi olan bir ideolojidir. Sosyalizmle sosyal demokrasi arasında Çin Seddi yoktur ama sosyal demokrasi bugünün dünyasında sosyalizmin ne anlama geldiğini bilecek kadar gerçekçidir.

1990’larda Üçüncü Yol adıyla biçimlenen ama Tony Blair’in geç döneminde maalesef yozlaştırdığı kavramın kökenleri, sözcük bazı çevrelerde ne derecede ürküntü yaratırsa yaratsın, Marxizmdedir. Bu gerçek ihmal edilerek somut bir sosyal demokrasi tarif edilemez. Sosyal demokrasiyi Marksist tarihselliği nedeniyle Bülent Ecevit reddederek Türkçede ciddi bir söylem sapması/kayması yaratıp yerine ‘demokratik sol’u ikame etmeye çalışmış ve başarmıştır. Korkulacak, ürkülecek değil tartışılacak, kapasitesi genişletilecek çok güçlü bir ideolojiden söz ediyoruz. Bugünkü dünyada sosyal demokrasinin fizik ve metafizik anlamı önemli bir irdeleme alanıdır. Bazı çevrelerin yaptığı hatta yücelttiği gibi bugün sosyal demokrasiyi daha fazla Przeworski gibi artık geride kalmış düşünürlerin görüşleriyle açıklayamayız. Çok daha karmaşık bir dünyadayız.

21.Yüzyılın ilk çeyreğini tamamladıktan sonra sosyal demokrasinin kazandığı yeni anlamı çok ciddi bir şekilde ele almak gerekir. Sosyal demokrasi bugün de sosyal adalet, hakça bölüşüm, eşit dağıtım, çoğulculuk, çok-kültürlülük gibi politikalarla iç içedir. Dışlamacı, içe dönük nativist (yerlici) siyasetlere karşı enternasyonalizm hala çok önemlidir ve hala sosyal demokrasiyle iç içedir. Ekososyalizm bugün sınırları her an biraz daha büyüyen bir siyasettir. Ekoloji sadece çevre koruması değildir. Dönüşen koşulların getirdiği göçler, yeni madunlar ve mağdurlar, sömürülen emekle ilgilidir ekososyalizm. Fakat bu siyasetin işaret ettiği sorunları öncelikle çözecek olan sosyal demokrasidir. Kısacası, geleneksel ilkeleri zarar görmemiş, olabildiğince geçerli ve güçlü bir siyasetten söz ediyoruz. Üstündeki kül ve toz ise sosyal demokrasinin değil, ona sahip çıkması gerekenlerin zaafına ve ihmaline hatta kabahatine işaret ediyor.

Toplumsal barışı, büyük uzlaşmayı yaratacak en önemli olgu budur ve bugün, tıpkı Aleviler gibi, Kürtler de gerçekçi, iktidar ve devletin kısıtlayıcı kontörlünden kendisini kurtarmış, özgürlükçü ve barışçıl bir CHPyle ittifak yapabilir.

 

3. Yeni sosyolojiler ve toplumsal barış…

CHP’nin bugüne değin yaptığı en önemli hatanın, bir anlamda gerçekleştirdiği ama yanlış bir akıl yürütmeyle kendisini saklı tutmak zorunda hissettiği ittifak olduğuna değindim, Aleviler ve Kürtlerle kurduğu ittifak. Neden saklı tuttuğunu biliyoruz. CHP Genel Başkanının Alevi olması bizzat CHP’lilerin bir bölümü rahatsız etmiştir. Erdoğan’ın da üstüne giderek hayli yorduğu bu gerçek CHP yönetimi tarafından bir ‘zaaf’ (!) olarak görülmüştür. Oysa nüfus olarak, nicel olarak, azınlıkta olsa da Aleviler Türkiye’de toplumun en önemli bileşenidir ve Osmanlı dönemindeki kimi ayaklanmalar dışında Cumhuriyet döneminde kesinlikle devletten yana olmuşlar, yapıcı bir yaklaşım içinde bulunmuşlardır. CHP üstünden devleti benimseyen bir anlayışa sahip oldukları bile söylenebilir. Laikliğin pozitif bir anlama kavuşturulmasında çok daha etkili olabilirlerdi. Fakat belirttiğim tutumları ve gösterdikleri ‘teenni’ bu potansiyellerini kullanmalarını engellemiştir. CHP, Kılıçdaroğlu döneminde Alevileri partiye taşımış ama onları ancak parti içi bürokraside, içe dönük bir anlayışla benimsemiştir.

Şimdi toplumsal dönüşümü sağlamak için yeni sosyolojilerin önemli bir aktörü olan bu kesimle CHP’nin yeniden, açıktan ve doğrudan, üretken bir ilişki kurması şarttır. Hatta kentlerin çevresinde bulunan AKP döneminde farklı sınıfsal ve kültürel pozisyonlara gelmiş muhafazakâr çevrelerle birlikte Alevilerin partide taşıyıcı faktörler haline getirilmesi toplumsal barışı sağlamak bakımından hayatidir. Başka türlü bir CHP kurgusu yapmak mümkündür ama o zaman CHP sıradan bir orta-sağ, merkez partiden öteye gidemez ki, bugünkü görüntü tastamam odur. O yanıyla CHP ancak bir İyi Parti olabilir ki, bugün iki parti tabanında görülen oy etkileşimi ve oy geçişi tesadüf değildir. CHP’nin değişim iddiasının öncelikli parametresinden bahsediyoruz.

Diğer yanda daha da çetrefilli bir konu olan Kürtler duruyor. Yine CHP’nin Kılıçdaroğlu döneminde Kürtlerle ‘Tuncelililik’ üstünden bağ kurduğunu Sağır Sultan da biliyor. Fakat tıpkı Alevi konusunda olduğu gibi suskun, sessiz, içe dönük ve maalesef çok hazin bir şekilde. Oysa bir kitle partisi olarak CHP bu konuda ön alabilir ve çok daha etkili olabilirdi. Yapmadı. Bir kere daha sezdirmeden (!) bu irtibatı kurmayı tercih etti. Oysa en geniş Kürt çevresi ve tabanını kuşatmak ve bünyesine almak için CHP çok farklı şekilde hareket edebilirdi. Bunlar ideolojik meselelerdir ve maalesef CHP’nin en zayıf olduğu bir alandan söz ediyoruz.

Oysa, Kürtlerin ‘kendi’ partileri ve AKP tabanına sıkışmış pozisyonlarını CHP aşabilir, onları Türkiye’deki siyasal yapının en önemli fakat demokratik aktörleri haline getirebilirdi. Kendi içinde sonsuzca üretken bir modelden söz ediyoruz. Yukarıda dile getirdiğim gibi toplumsal barışı, büyük uzlaşmayı yaratacak en önemli olgu budur ve bugün, tıpkı Aleviler gibi, Kürtler de gerçekçi, iktidar ve devletin kısıtlayıcı kontörlünden kendisini kurtarmış, özgürlükçü ve barışçıl bir CHP’yle ittifak yapabilir. Böyle bir ittifakın denenmesi bir ‘terbiye’ sürecini gereksinir. İki taraf da uzlaşmacı ödüncülükle işe başlamak zorundadır ama her zaman yinelediği ‘kurucu parti’ kimliğini somutlaştırmak istiyorsa ilk adımı CHP’nin atması şarttır. Altılı Masanın MHP’den ve AKP’den gelen elemanlarıyla birleşebilen, onları çeşitli fırsatlarda parlamentoya taşıyan CHP’nin herhalde Kürtlerle kuracağı ittifak çok daha kolaydır.

Ockham’ın Usturası

Onunla başladık. Hem onunla hem Hume’un makasıyla bitirelim. Ockham’ın Makası CHP için yenileşmedir. Yenileştikçe CHP kendisinden uzaklaşacak, aynı kaldıkça da CHP iktidara uzak düşecektir. CHP, Fransızların ‘plus ça change, plus ç’est la même chose, yani ‘ne kadar değişse o kadar aynı’ deyimini doğrulamak istemiyorsa gerçekten değişmek zorundadır. Öte yandan o makasın kestiği, bir ayağı açıldıkça diğerinin kapandığı bir başka konu daha var, söylemek zorundayım: CHP yenileşirken kimliğini somutlaştırmalıdır. Sadece kurucu kimlikle devam edemez. ‘Demokrasiyi getiren parti’ gibi yanlış ifadelerle CHP daha fazla devam edemez. Bir doğru tüm zamanların doğrusu olamaz. Her dönemin doğrusu farklıdır ve bir kurum kendisiyle tutarlı olmak istiyorsa onu yerine getirmek zorundadır. Aksi halde ‘rantiye’ durumuna düşer.

Yenileşme tüm Türkiye’nin meselesidir ve Türkiye yenileşmeyi bugüne değin sadece sağ bir dünya görüşüyle gerçekleştirdi. Önemli mesafeler kaydeden o açılımın büyük sorunları ortadadır. Onları halının altına süpürmeden ve popülist bir anlayışın ürkekliğini yaşamadan dile getirmek şarttır. Öylesi bir açılımı başka bir sağ parti gerçekleştiremez. Kesinkes demokratik sol bir parti o dönüşümü sağlayabilir. CHP’nin dönüşmesi ise eğer Türkiye’yi dönüştürmeye adaysa anlam taşıyacaktır.

Hume da neden durumu açıklamıyorsa nedeni değiştirelim diyordu. CHP bakımından nedenler durumu açıklıyor. Ama bu o nedenlerle devam edilmesi anlamına gelmez. Çünkü o nedenler CHP’nin ancak ikitdar olmamasını açıklıyor. Eğer CHP iktidar olmak istiyorsa, evet, nedenleri değiştirmek zorundadır.

Ockham’ın usturası da Hume’un usturası da keskindir.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.