2) Liebknecht’ten (3) Hasan Tahsin’e

  • 3.05.2012 00:00

 Ne alçaksınız. “Emperyalist yalan” derken hiç utanmıyor musunuz ?

Ne aptalsınız. Sığ ve geçici bir bilgisizliğe sığınıyor; insanların ilelebet tabulara inanıp hiç okumayacağını ve gözlerinin açılmayacağını mı sanıyorsunuz ?

Bir ayağı Avrupa’da, seksen milyona yakın bir ülke, “dünya bilgileri”nden ne kadar kopuk tutulabilir ?

Resmî “ulusal bellek” tarafından ne kadar bastırılırsa bastırılsın, alt katmanlarda yaşayan kendi “toplumsal bellek”inden ne kadar kopuk tutulabilir ?

Bir 24 Nisan daha geldi, geçiyor. Gene bir yığın ninni söylendi, dağa taşa karşı. Hiç böyle bir şey olmadı, demeye getirildi. Oysa o yıllarda herkes her şeyi biliyordu. 1920’ler ve 30’larda kimsenin “olmadı” demesi mümkün değildi. En somut (ve korkunç) anılar hâlâ capcanlıydı. Tamam, en iyisi pek konuşulmamasıydı. Ama zorunlu unutuş ve unutturuluş başlamamıştı. İllâ konu açılırsa, saflar “maalesef oldu, kötü oldu” diyen göreli liberaller ile “oh olsun, oldu ve çok iyi oldu (gerekirse gene yaparız)” diyen sert milliyetçiler biçiminde ayrışıyordu.

Bir ideolojik boşluk vardı, bunu mümkün kılan. Kemalist Devrim henüz kendi tarihini, tanrısını, “büyük anlatı”sını, kutsal yazılarını yerli yerine oturtmamıştı. Totemizme ve insan suretindeki (antropomorfik) politeizme kıyasla monoteist inanç sistemlerinde “doktrin” çok daha önemlidir. O da kendiliğinden ve birden bire oluşmaz. Yeryüzündeki iktidar ilişkileri çerçevesinde, insan eli ve müdahalesiyle bir “doktrinleşme momenti”nden geçer. Zaman içinde biriken metin öbekleri, belki birkaç yüzyıl sonra bir noktada taranır, redije edilir, resmî Tevrat, İncil veya Kuran’a dönüşür. Asıl bu ândan itibaren “doğru çizgi”ye ters düşmek tehlikeli bir “sapkınlık” (heresy) anlamına gelir.

20. yüzyıl Türkiye’sinde bu kodifikasyon 1927’de Nutuk’la gerçekleşti. 1919-27’nin öyküsü, sadece 1919-22 savaşının değil, yeni rejimin 1925-27 arasında karşılaştığı defileri de altetmesinin ardından, galipler açısından ve tek tek her durumda Mustafa Kemal’in biricik doğruyu, ondan ayrı duran herkesin ise derece derece yanlış temsil ettiğini (ya da en azından sallanmış ve bocalamış olduğunu) ispatlayacak şekilde yazıldı. Bu bakımdan Nutuk, Stalin’in herkesi tasfiye ettikten sonra yazdırttığı SBKP (B) Tarihi ile, Mao açısından yazılmış olabilecek bir ÇKP ve Kültür Devrimi Tarihi ile (ki yok), ya da Enver Hoca döneminin Arnavutluk Emek Partisi Tarihi’yle aynı janra aittir.

Geçelim. Konumuz açısından önemli olan şu ki, Mustafa Kemal’in sunduğu bu “kendi versiyonu” hızla resmiyet kazandı; müfredata alındı; her seferinde daha da kalıplaştırılarak ve klişeleştirilerek, müteaddit özetlemelerden geçirilip ders kitaplarına girdi. Arındı, aklandı; bizim sadece ve sadece “emperyalizme karşı” verilmiş (zinhar Rum, Ermeni, Kürt ve Arapları hedef almayan ya da onlara zarar vermeyen), dolayısıyla yüzde yüz haklı ve doğru, Bakire Meryem kadar günahsız “İnkılâp Tarihi”miz böyle doğdu. İstiklâl Mahkemelerinden sonra ve zaman içinde mesajı herkes aldı; doğrudan doğruya Ermeni soykırımına yönelik, sistematik bir inkârcılığın (1960’lardan itibaren) inşa edilmesinden çok önce, bu İnkılâp Tarihi’nin kırmızı çizgilerini çiğneyerek geçmişte bizim de kirli, karanlık işlere bulaşmış olabileceğimizi imâ dahi etmenin ne kadar tehlikeli olduğu kafalara yerleşti. Öyle ki, çağdaş tanıklıklar bile silindi; hattâ insanlar kendi yaşadıkları veya kendilerine bizzat büyükleri tarafından anlatılanlardan dahi, gerçek miydi diye şüphe eder oldular. Tarih acaba kendilerinin bilfiil yaşayarak bildiği miydi, yoksa devletin öyle değil böyle oldu diye dikte ettiği miydi ? Öyle güçlü bir “ikna” mekanizmasıydı ki yukarıdan aşağı çalıştırılan, ikincisi birincisini bastırdı ve dibe itti. Dönemin yazar ve gazetecilerinin, kitap ve makalelerinin “itinayla temizlenmesi” (illâ tahrif edilmesi de değil; “zararlı” yerlerinin okunmaz, okutturulmaz, alıntılanmaz olması), bu açıdan çok önemli bir rol oynadı.

Vaktiyle Nâzım’ların, Hasan Tahsin’lerin, Halide Edip’lerin, Falih Rıfkı’ların, Ahmed Refik (Altınay)’ların; “iyi oldu”culardan İttihatçıların Meclis başkanı Halil Menteşe’lerin ne yazmış, neleri kınamış veya övmüş olduğunu bilmek, bu yüzden önemli. Biraz okursanız karşınıza, bugün “yalan” diye bağırıp çağıranların da “ya, allah allah, ne tuhaf”tan başka söyleyecek şey bulamadığı, veya sadece yutkunup sessizlikle geçiştirdiği tonla şey çıkıyor.

Birini Talât Ulusoy internette yayınladı 20 Nisan’da. “Yunana ilk kurşunu atan” Hasan Tahsin, 1970’lerde keşfedilip yeni bir “millî kahraman” mertebesine yükseltilmiş; Konak Meydanı’na, anatomik bakımdan hayli tuhaf bir heykeli dikilmişti (ben de doğma büyüme İzmirli olduğumdan, çok iyi hatırlıyorum). Lâkin Talât Ulusoy, Hasan Tahsin’in hiç bilinmeyen yanını, İttihatçılardan soğuma sürecini yazmış uzun uzun. Meğer, gazetesi Hukuk-u Beşer’in 2 Aralık 1918 sayısında Hasan Tahsin, şu ağır hükmü vermişmiş İttihatçılar için : “Anadolu’da Rumların ve Ermenilerin yok edilmesini emreden ve memleketlerini Almanların eline bırakan bu adamlar...”

Sizin için hangisi gerçek ? Jean Jaurès, Karl Liebknecht ve Hasan Tahsin’in tanıklığı mı ? Resmî inkârcılığın ulusalcı (nasyonal sosyalist) uzantısı “emperyalist yalan” masalı mı ?

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums