- 25.02.2012 00:00
“Yalnız aşkı vardır aşkı olanın” (Cemal Süreya). Onun gibi, bir zamanlar Vietnam ve sadece Vietnam vardı. Herkesin desteklediği, daha doğrusu kimsenin karşı çıkamadığı bir büyük dâvâydı. Vakur ve olgundu. Kendine özgü sadeliği en çok Ho Amca’da ifadesini buluyordu. Uluslararası komünist hareketin bir parçasıydı ama özel günahları, çok karanlık bir arka yüzü yok gibiydi (ya da henüz kimse böyle şeyleri aklına getirmiyordu). Geriye baktığımda daha iyi görüyorum ki, Sovyet tipi, Stalinist bir bürokratizmden de, Çin Kültür Devrimi’nin sekter çılgınlığından da uzaktı. Parçalanmıyor; “öz”ü, “hakiki”si, “öz hakiki”si (ya da M’si, ML’si, İhtilâlci ML’si, İhtilâlci Komünist ML’si) üzerinden küçülerek çoğalmıyordu.
Terörist demiyordu kimse. Öyle tarif edilecek hiçbir eylemleri yoktu. Somut bir durum söz konusuydu; Fransız sömürgeciliği gitmiş, yerini Amerika almıştı. Bu koşullarda, bağımsızlık için yabancı işgaline karşı tam anlamıyla bir kurtuluş mücadelesi veriyordu. Ama silâh fetişizminin (militarizmin devrimci varyantının) zerresi görülmüyordu. Silâh değil halk, insan ön plandaydı. Bu işler ancak ve ancak böyle olur diye teori kurmuyor, model ihraç etmiyor, işgal ordusundan başka kimseyi hedef almıyor, savaşının cakasını satmıyordu.
Onu yapan başkalarıydı : bizde ve hemen her yerde, “Ho Ho Ho Şi Minh; iki, üç, daha fazla Vietnam; Ernesto’ya bin selâm” diye bağıran; reelden çok mecazî anlamda, havada kalaşinkof sallayan; ya da şiddeti, spesifik siyasal amaçların bile ötesinde, psiko-sosyal gerekçelerle savunmaya koyulanlar. Örneğin Frantz Fanon, sömürgeciler “başka bir dilden anlamadığı” için sömürge halkının kendini genel insaniyet kurallarıyla bağlı saymayıp mutlaka şiddetle direnmek zorunda olduğunu öne sürmekle kalmıyor; daha ileri giderek, bu şiddeti, kolonyalist tahakküm ve zorbalığın güdükleştirdiği insan ruhu üzerindeki sağaltıcı etkisi nedeniyle de iyi ve gerekli görüyordu. Bu, “haklı şiddet”in adetâ bir varoluş haline dönüşmesi demekti. (Türkiye tuhaf bir ülke, solcuları da tuhaf solcular. İnternette, bugün bile, hem de bir vicdanî ret sitesinde, her türlü şiddete karşı çıkanlara – ki, vicdanî ret başka nasıl olabilir – sen git biraz Fanon oku gibi şeyler söylendiğini görmek ilginç oluyor.)
Ama işte böyle bir ortama dönüştü 60’ların ikinci yarısı ve 70’ler – başlı başına bir biçim olarak şiddet hayranlığı, ya da şiddet için şiddet tutkusu; silâhlı mücadele dendiği anda bir kendinden geçme, vecd ve istiğrak hali, aldı yürüdü. Ve tabii, bu formalizmin bir adım ötesinde, herkes kendi favori silahlı mücadele şemasına, örgüt modeline ve kahramanlarına sarıldı. 19. yüzyıl Romantiklerini andıran ölüm saplantısıyla Guevara : Nereden ve nasıl gelirse gelsin, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa, silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleri, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaksa, ölüm hoş geldi, safa geldi – bu satırları okuyan kim, Irak veya Libya’daki, havaya rastgele şarjör boşaltma gösterilerine şaşabilir ? Devrimde Devrim kitabıylafoco teorisini yaygınlaştıran Régis Debray. FARC. Tupamaro’lar. Sandinist’ler. Doğu Timor. Çad. Aydınlık Yol. IRA. Basra Körfezi kıyılarında, o sıralar hiçbir haberini atlamadığımız, şimdi ise adlarını asla hatırlayamayacağımız bir yığın “kurtuluş cephesi”. Çeşitli fraksiyonlarıyla FKÖ – El Fetih, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (tabii “komünist,” başka ne olacak : George Habaş), Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi (o da “komünist” ve hattâ “Marksist-Leninist” : Nayif Havatme), Kara Eylül, Irak ve Suriye’deki Baas partilerine bağlı hizipler (Arap Kurtuluş Cephesi, Es-Saika, Filistin Arap Cephesi).
Ve hepsinin arasındaki, habire tırmanan radikalizm ve daha fazla radikalizm ve daha daha fazla radikalizm spiralinde, “haklı şiddet” adına bitmek bilmez bir cinayet, bombalama, rehin alma (bazen de öldürme) zinciri. 1969 ve 70’te, FHKC adına Leyla Halid’in uçak kaçırmaları (ve başında kefiye, elinde AK-47, çağın en popüler “kadın devrimci” ikonasına dönüşmesi). 1972 Münih : bu sefer Kara Eylül’ün (kendi iddiasına göre bizzat Yaser Arafat’ın onayıyla), on bir İsrail sporcusu ve antrenörüyle bir Alman polisini katletmek suretiyle Yaz Olimpiyatlarını kana bulaması. Ardından, bir Lufthansa uçağını da kaçırıp, Batı Alman makamlarını ele geçirdikleri üç militanını serbest bırakmaya zorlaması (ama buna karşılık, İsrail gizli servislerinin “Gençlik Pınarı” ve “Tanrının Gazabı” operasyonlarıyla sayısız Filistinlinin canını alması). Birkaç yıl önce FHKC’ye katılan İliç Ramirez Sanchez’in (nâm-ı diğer Carlos veya Çakal), 1970’lerin ortalarındaki cinayetleri (tersten bakarsanız, kahramanlıkları). 27 Haziran 1976 : gene FHKC’nin, 248 yolcusuyla bir Air France uçağını Uganda’ya kaçırması (ve 4 Temmuz : İsrail komandolarının, 8 militanın, 3 rehinenin ve 45 Uganda askerinin ölümüyle sonuçlanan Entebbe baskını). 25 Eylül 1985 : FKÖ’nün elit “Birim 17”sine mensup silâhlı kişilerin Kıbrıs (Larnaka) açıklarında bir İsrail yatını kaçırıp üç İsrailli turisti öldürmeleri (ve bu sefer de karşılığında, 1 Ekim’de sekiz İsrail F-15’inin Akdeniz’i boydan boya geçip Tunus’taki FKÖ karargâhına saldırması; sonuç, lider kadrolar dahil 70 ölü, 100’ü aşkın yaralı). Sonra bu karşılığın da karşılığında, 7 Ekim 1985 : dört FKC mensubunun Achille Lauro yolcu gemisini kaçırıp, tekerlekli iskemlesinde oturan çaresiz bir sakatı, ABD vatandaşı Leon Klinghoffer’i sırf Yahudi diye öldürerek denize atmaları.
Yüzleşme derken... Sırf devletle değil, biraz da kendi kendimizle yüzleşelim mi, ne dersiniz ? Ne kadarımız alkışlamıştık, hiç olmazsa birkaçını ? Diyelim ki alkışlamadık; cepheden, net bir şekilde karşı çıkabilmiş, kınamış mıydık ? Yoksa susmuş muyduk, o zamanların “tarihsel asimetri”leri uğruna ?
Hiç olmazsa bugün, bu Fanon-vârî şiddet ve karşı-şiddet, misilleme ve karşı-misilleme döngülerinden hiçbir sonuç alınamayacağını algılıyor muyuz ?
Her barış çağrısına “ne yani, onursuzca teslim mi olsunlar” diye karşılık veren “onur savunucusu” süper-solcular : alt tarafı 25-40 yıl öncesinin bu derslerini hatırlıyor musunuz ?
Yorum Yap