- 15.02.2012 00:00
Aşikâr ki derin devletle, iç devletle, askerî vesayet rejimiyle, her neyse, mücadele henüz bitmemiş. 2007’ye kadarki, darbe tehlikesini yaşatan, “diktatörlüğün manevî evreni” diye tarif edebileceğimiz ortamın kısmen de olsa geri gelmesi ihtimali ortadan kalkmamış. Sivil, normal bir demokrasi yerleşmemiş. Ergenekon propagandası yaygın olarak sürüyor. Özellikle Kürt sorununda, AKP’nin ve hükümetin elini kolunu bağlamak isteyen bazı güç ve odaklar, olmayacak işlere kalkışabiliyor.
Son haftalarda AKP önderliği berbat işler yaptı. Uludere’de şaşkına döndü, basireti bağlandı. Denktaş’ı Denktaşlaşarak uğurladı. Paul Auster’ı aşağılamaya kalktı. “Dindar gençlik” istedi; “tinerci mi olsunlar”a çevirdi. Ahmet Altan’a, Perihan Mağden’e açtığı dâvâlarla tahammülsüzlük gösterilerini artırdı. “Kürtçe medeniyet dili değil” gibi, geçmişteki “kart kurt” zırvalıklarını çağrıştıracak derecede bilgisiz bir ayrımcılık tekrar gündeme geldi.
Kime, neye yaradı ? Nelere eklemlendi ? Kısa zamanda, KCK operasyonlarına tepkilerle birleşen yakıştırma ve yapıştırmalar şöyle bir hava doğurdu : Uludere katliamı da, aslî kastı itibariyle (ne olursa olsun Kürt öldürmek isteyen ?) hükümetin sorumluluğudur; Hrant Dink dâvâsındaki karar da aslen AKP’nin sorumluluğudur (ve dolayısıyla bu cinayetin de bir tarafında hükümet vardır): bütün gazeteci tutuklamaları veya (en başta Mehmet Altan) işten çıkarmaları gene AKP ve hükümetten kaynaklanıyor. Özetle, bir AKP diktatörlüğü kurulmuş ve özgürlük yokedilmiş. Dolayısıyla şimdi, demokrasi mücadelesinin yönünü buna göre değiştirip, bu “otoriterleşme”ye karşı hep birlikte mücadele etmek gerekiyormuş.
İstenen, son on yılın saflaşmasının dağılıp yerini yeni bir mevzilenmeye bırakması. 2002 seçimlerinden; 2002-2004 arasının reform atılımlarından; 2007 yılının, cumhurbaşkanlığı seçimini ve sonra genel seçimleri sabote edip sandıktan vesayetçi bir CHP-MHP koalisyonu çıkarmaya yönelik çeşitli provokasyonlarından (ve Hrant’ın bu bağlamda öldürülmesinden): buna karşı, gene aynı yıl başlayan Ergenekon tutuklamalarından süzülerek gelen bir temel demokrasi mücadelesi ve buna denk düşen bir tür birleşik cephe var. Türkiye tarihinde, esas olarak orduyu ve resmî ideolojiyi hedef alan böyle, başarılı bir ittifaklar manzumesi galiba ilk ve tek oluyor. (Bunun olmazsa olmazı Taraf; bugün bunu herkes görüyor. En berrak ifadesi de gene Taraf’ın yayın çizgisi. Neden ? Çünkü hep o demokrasi ölçütü açısından, yerine göre AKP’yi de çok sert eleştirebiliyor. Ama bu hiçbir zaman seçimle gelmiş, halkın çoğunun desteğine sahip, sivil ve normal bir hükümetin “baş düşman” ilân edilmesi ve “devrilmesi, alaşağı edilmesi”ne dönüşmüyor.)
Şimdi değiştirilmeye çalışılan, işte bu stratejik durum ve konum. On yıldır demokrasi mücadelesinin ana mecrasının dışında, bazen açıkça karşısında yer alan, habire didikleyip zayıflatma ve saptırmaya çalışan birileri, (a) Kürtler, (b) Hrant kararı ve (c) basın özgürlüğü üzerinden, bazı (sol) kesimleri o demokrasi mücadelesinden koparıp yanına çekmeye ve “artık” AKP’yi hedef alacak yeni bir blok inşa etmeye çabalıyor. İşin bir de dış boyutu var. 2000’lerin ilk yarısında darbeciliğin büyük bir zaafı, uluslararası destekten yoksunluğuydu. Guardian ve Washington Post’ta yazanlar, demagojik “korku imparatorluğu” kurgularıyla işte bu boşluğu doldurmaya çalışıyor. Etyen Mahçupyan ve Alper Görmüş tarafından teşhir edildiklerinde ise, imdatlarına Hürriyet’in hırçın çığırtkanları ile zamansız tatile çıkmak zorunda kalmış Dev Genç yumruğu hayranı Oda TV’ciler yetişiyor.
Velhasıl bütün taşlar yerli yerinde. Ne ki, son gelişmeler pek uymuyor bu senaryoya. Uludere’de tuzağa düşürülmüş olabileceklerini AKP’liler de anlamaya başladı. Doğrudan doğruya MİT içinde, gerek Öcalan, gerekse Kandil ile görüşmelerin bedelini gene MİT’e ve dolayısıyla hükümete ödetmeye niyetli, “iflâh olmaz” (die-hardist) bir odağın varlığı netlik kazandı. Dahası, KCK tutuklamalarını yürüten polisin en azından bir kesimi ile yargının en azından bir kesimi de, galiba dışarıdan AKP hükümetiyle özdeş gözüktüğü halde tam öyle değil gibi. Onların da hiç olmazsa kısmen kendi gündemlerini oluşturup görece özerk davranıyor olabilecekleri ihtimali beliriyor.
Bakalım ne olacak; gerçekten AKP’ye ait olan ve olmayan günahlar nasıl ayrışacak ? Benim bu noktada dört şey dikkatimi çekiyor. Birincisi, bu yeni blok denemesi, “ilericilik” icazetini “Kürtleri” kayıtsız şartsız destekler görünmeye, karşılığında da Kürt hareketinin desteğini almaya borçlu. İkincisi, belirli bir tür “sol”culuk, faraza Uludere’de “işin içinde bir iş varmış” dendiğinde kıyameti koparıyor : Hayır, yüzde yüz AKP’nin işidir ! Üç, BDP’den iki farklı ses çıktı MİT-Savcılık trafiği karşısında. Aysel Tuğluk “AKP’yi bitirmeye yönelik bir proje” dedi ve gene AKP’yi uyardı. Selahattin Demirtaş ise inatla her şeyi yekpare AKP’nin işi gibi gösterdi ve hattâ hükümeti, MİT’in PKK ile görüşmesini sorgulamaya kalkan savcıyı görevden almakla suçladı.
Dört. Orhan Miroğlu da “Ergenekon neyi başardı” özetinde, “BDP-PKK hattının... AKP’ye karşı verilen iktidar mücadelesinin bir parçası, doğal bir müttefiki” haline geldiğini vurguluyor (6 Şubat).
Umarım, “asimetri” gerekçesiyle “haklı şiddet”e prim vermekten kopamayan ama kopamadığı tesbitine de kızan; “Kürtleri” yalnız bırakmayarak “soğukkanlı”laştırma fikrindeki Nabi Yağcı da bunları okuyor ve üzerinde düşünüyordur.
Yorum Yap