- 9.02.2012 00:00
Sosyalizm tartışmasından da, onun bir alt kıvrımı olarak Nabi Yağcı eleştirisinden de bir mola almak, maalesef kaçınılmaz oluyor.
* Hayır, bir başbakan “dindar bir gençlik yetiştirmek” isteyemez, böyle yapacağız diye konuşamaz. Ve gene hayır : oradan “dindar olmasın da tinerci mi olsun”a sıçramak, araya sıkıştırılan bütün özgürlük lâflarına karşın, pek hayırlı bir dönüş, anlamlı bir geri çekiliş değil, benim için. Tinerin biricik alternatifi din mi olmalı ? Çocuk ve gençlerin, bir metafor olarak tiner ve tinercilik sözcükleriyle ifade edilen umutsuzluk, amaçsızlık, manevî uçurum ve düşüşe karşı korunması, ancak din yoluyla mı olabilir ?
Evet, modernitenin böyle büyük bir ahlâk boşluğu yarattığı çok açık. Evet, insan ilişkilerindeki şiddet düzeyini düşürmeye ve ortak bazı toplumsal davranış normlarını kabul ettirmeye çalışan kapsamlı ahlâk öğretileri, geçmişte büyük dinlerle çıkagelmiş. Bu bir vakıa, tarihsel bir gerçeklik. Evet, kapitalist modernitenin beraberinde getirdiği piyasa vahşetine, bencil bireyselliğe, her koyun kendi bacağından asılır mantığına, piyasasız ve özel mülkiyetsiz bir sosyalist modernite de çözüm olamadı. Tam tersine, üretime ve iktidara yabancılaşma daha da ileri boyutlara varırken, bilimcilik gereği ahlâkın kesilip biçilmesi, “burjuva” ve “proleter” diye görelileştirilmesi, devletin yukarıdan aşağı uyguladığı cebir kalktığı anda satha çıkan başka tür bir kinizm, kuralsızlık ve aldırmazlık batağı yarattı.
Evet, otoriter bir modernist-milliyetçilik varyantı olarak Atatürkçülüğün de aynı zaaflarla malûl olduğunu bugün çok net görebiliyoruz. Evet, Türkiye’deki ahlâk boşluğu, farklılıkları kadar örtüşmeleriyle de birlikte, hem sosyalizmin hem Atatürkçülüğün çökmüş veya çöküyor olmasının bir sonucu. Ama bu boşlukta neden, meşruiyetini dinden almamak anlamında dindar olmayan yeni bir evrenselci hümanizm tercih edilmesin ? Çağımızda insan hakları, tolerans, demokrasi, özgürlük, farklılığa ve azınlığa saygı ilkeleri, gene illâ İÖ 1000 – İS 1000 yıllarında ortaya çıkan kitaplı dinlere dayandırılabilir mi ? Tersten soralım; bu dinlerin de her biri, kendi eskisine göre birleştirici, ama aynı zamanda insanlığın bütünü açısından bölücü değil miydi ? Çok uzak olmayacak bir gelecekte, bu bölücülük şimdikinden de çok daha fazla küreselleşme süreçlerine toslamayacak mı ? En önemlisi, milliyetçilik, Atatürkçülük ve Marksizm gibi dinin de “kendi doğru”larına inancı, başka bir deyişle epistemolojik özgüveni, isterseniz dogmatizme yatkınlığı diyelim, gerçek bir hoşgörü toplumu için fazla yüksek kaçıyor.
* Hayır, Egemen Bağış doğru söylemiyor; Türkiye’nın etnik temizlik, ayırımcılık ve baskı açısından geçmişi tertemiz değildir, hem de çok ama çok uzaktır tertemiz olmaktan. Eğer geç dönem Osmanlı İmparatorluğu’yla birlikte düşüneceksek, bu geçmişte, daha 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında, Bulgaristan ve Ermenistan’daki ulusal ayaklanmaları ezerken (Pomak başıbozuklar ve Hamidiye Alaylarınca) düzenlenen katliamlar var. İkinci Balkan Harbi de sona erdiğinde, artık şüpheli, güvenilmez ve potansiyel hain gözüyle bakılan Marmara bölgesi Rum nüfusunun 1913-14’te zorla göçürülmesi var (politikacılar bile bilmeseler de açıp zamanın meclis başkanı, İttihatçı Halil Menteşe’nin anılarından okuyabilirler). Derken 1915 faciası var (bunu bir sonraki maddeye bırakıyorum). Ardından İzmir Yangını (daha doğrusu, söndürülmeyip seyredilmesi) var. Ardından Lozan mübadelesi var; ardından, “Türk” olmanın bir yandan, satıhta, sözümona vatandaşlık temelinde ve fakat diğer yandan, sathın altında, fiiliyatta hep etnik-dinî temelde tanımlanması ve bu yüzden “azınlık”ların bir türlü eşit olamaması, daima ayırımcılığa maruz kalması, yıldırılması var. Şeyh Sait isyanı var, Dersim’de isyan bile yokken girişilen katliam var, Yahudi aleyhtarlığı var, “Trakya olayları” var, “vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları var, Varlık Vergisi var, Aşkale var, 6-7 Eylül pogrom’u var, Diyarbakır hapishanesi var, 1990’ların Çiller-Güreş “kirli savaş”ında ve bugün de yapılanlar var, “faili meçhul”ler var, Kürt gerilla ölülerine reva görülen muamele var. Şovenizm ve ırkçılık modern Türkiye tarihinin bütün gözeneklerinden fışkırıyor.
* Evet, 1915 bal gibi soykırımdır. Hayır, Fransa’daki yeni yasa tasarısının da, İsviçre yasaları ve savcılarının da, “soykırım inkârı”nı suç sayması doğru değildir. Ama evet, Türk resmiyeti bu yasa tasarısına muhalefeti gene yüzüne gözüne bulaştırmış bulunuyor. Hayır, aynı anda hem bilim ve düşünce özgürlüğü, hem Türkiye’nin geçmişi tertemizdir derseniz size kimse inanmaz. Hayır, aynı anda hem tarihçilere bırakalım derseniz, hem devletin inkârcı tezlerini tekrarlarsanız gene size kimse inanmaz. Çünkü evet, ABD ve Avrupa’da kendi kirli geçmişlerini araştırmak konusunda geniş bir bilim ve öğretim-öğrenim özgürlüğü var. Ama hayır, Türkiye’de böyle kapsamlı bir bilim özgürlüğü yok. Hayır, Türkiye üniversitelerinin yüzde 99’unda, Ermeni soykırımı bilimsel gerçekliğinin bütün temelleri ve delilleriyle öğretilmesi, ders olarak verilmesi, buna dair bilimsel yayın yapılması olanaksız. Hayır, devlet bir türlü “resmî tarih üretimi”nden elini çekmiyor. Evet, sathın altında binbir baskı ve tehdit mekanizmasının yarattığı alışkanlıklar diktatörlüğü hükmünü sürdürüyor.
Evet, bardak yarı yarıya dolu. Hayır, bardak yarı yarıya boş. Evet, gelişme var. Hayır, hâlâ bir yalanlar ve ikiyüzlülükler ülkesi olmaya devam ediyoruz.
Yorum Yap