- 5.01.2012 00:00
19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarından itibaren, Marksizmin entelektüel, sosyalist mücadelenin siyasal etkisi de dahil bir dizi gelişme sonucu, tarihçilikte yeni akımlar çıktı. Ekonomik ve sosyal tarihin, Annales ekolünün (Lucien Febvre, Marc Bloch ve izleyicilerinin, 1945’ten sonra Braudel ve Duby’lerin), “askerî devrim” yaklaşımının, Carlo Ginzburg ve diğer İtalyan mikro-tarihçilerinin, yeni kültür ve mentalite tarihçiliğinin katkılarıyla, tarihçilik mesleği ve pratiğinin çehresi tepeden tırnağa değişti. Türkiye’de değilse bile dünya çapında, eski siyasî-diplomatik tarihin kuruluğundan kurtuldu. Çok renkli, canlı, heyecan verici bir çehreye büründü. Akademik tarihçiler yer yer, edebiyatçılarla yarışan bir popülarite kazandı.
Bu arada, Marksizmin Marksizm dışıyla ilişkisinde bir değil iki şey oldu. (a) Bir yandan, 19. yüzyılda sadece veya öncelikle Marksizmin taşıyarak çıkageldiği bir takım kilit önerme ve duyarlılıklar (görece kalıcı ve doğru olanları, diyelim), hemen bütün tarihçilerin dağarcığına fiilen girdi. Tabii ki hepsi Marksist olmadı. Ama materyalist realizmin ana fikrini; ekonominin, üretim tarzının, sınıfsal ilişkilerin önemini; ideoloji katmanını çözmeyi; devletin ve özel mülkiyetin ezelden beri mevcut olmayıp ancak bir noktada ortaya çıktığını; köleler olmasa Romalı senatörlerin, serfler olmasa feodal aristokrasinin yaşayamayacağını... kısacası, Brecht’in “Bir İşçi Tarih Okuyor”unda yazdığı “herşey”i, aşağı yukarı “herkes” öğrendi.
(b) Öte yandan, sözünü ettiğim o diğer akımlar Marksistlere ve başka herkese, belki gene Marksizmin ilhamıyla da olsa, biraz daha fazla esneklik ve biraz daha az teorik inatla tarihçilikte başka ne müthiş ve harika şeyler yapılabileceğini gösterdiler. Bu diyalog ve çapraz döllenme, tarihî materyalizmin ilk şeklinde ve sonrasında (meselâ Sovyet veya Çin Marksizmlerinde) görülen birçok önermeyi yanlışladı. Bunlar, sadece kendilerini gayri-Marksist sayanlar tarafından değil, zamanla kendilerini Marksist sayanlar tarafından da terk edildi.
Neler gitti, örneğin ? En başta (i) aşırı materyalizm gitti : “her yer ve durumda, her fikrin illâ önce maddî temeli gelişir; ideolojik ‘yansıma’sı daha sonra ortaya çıkar” diye bir israr kalmadı. Ülkeden ülkeye kültürlenmeye (acculturation), taklit ve ithale geniş bir kapı açıldı. Başarılı resepsiyon “demek ki koşulları zaten hazırdı”nın ispatı sayılmaz oldu. Buna (ii) “ideolojinin göreli özerkliği”nin çok daha fazla hakkının verilmesi eşlik etti. Marksizm başta çok katı bir ekonomik determinizme gitmiş; sonra (meselâ Althusserci açılım sırasında) söz konusu “göreli özerklik” vurgusuyla bunu aşmaya çalışmış; ama bir türlü, maddî temelin “son tahlilde” (de olsa) belirleyiciliğinin ötesine geçememişti. Bu tutuculuk 60’larda uç veren konstrüktivizmle; 70’lerin (Oryantalizme ve yakın akrabalarına ilişkin) söylem analizleriyle; nihayet 80’lerin “geleneğin icadı” yaklaşımıyla yıkıldı. “Tahayyül” veya “tasavvur” veya “icad” etmenin gücü, çok daha özgürce hesaba katılır oldu. Objektif yaklaşıma karşı sübjektif yaklaşım, belki en çok milliyetçilik çalışmaları alanına damgasını vurdu.
(iii) Daha genel olarak, her türlü tahlile, (cebir, şiddet, savaş gibi) ekonomi dışı kerteler eskisiyle mukayese edilmeyecek ölçüde girdi. Tarihte devletin ilk ortaya çıkışı, örneğin, emek verimliğindeki artışın yarattığı artı-ürünün yarattığı sınıfsal ayrışmaya, bu denli doğrudan bağlanmak yerine, bir yanda potansiyel artı-ürün ile diğer yanda, ekonomi haricinde oluşan savaş örgütlenmesi ve zümrelerinin yanyana gelmesi, ilk çiftçilerin tepesine bu savaşçıların oturması ve onları fiilen artı-ürün üretmeye zorlaması ile açıklanır oldu. Bu yaklaşım modern devletin doğuşuna da teşmil edildi. Modern devletin “burjuva devrimi”yle, kapitalizmin üstyapısı olarak doğmuş olması gerektiği dogması gitti; yerini, askerî alandaki gelişmeler sonucu bir araç, bir mekanizma olarak modern devletin çok önceden ortaya çıktığı, sonra Fransız Devrimiyle fethedildiği kavrayışı aldı.
(iv) Bu çerçevede, saf ve orijinal haliyle Marksizmin aşırı sınıfsallık ayağı da çöktü.
Marx anlamında “sınıf” toplumsal yapının tek belirleyicisi ve analiz kategorisi olmaktan çıktığı gibi, her fikir ve politik eylemin (meselâ her parti veya devrimin) illâ bir “sınıf karakteri” olduğu veya tarihin sırf “sınıf mücadelesi”yle ilerlediği gibi önermeleri, Marksist tarihçiler de her saniye tekrarlamaz, militan bir teorik ve metodolojik kavganın konusu yapmaz oldu. “Sınıfa karşı sınıf” basitçiliği politikadan önce tarihçilikte terk edildi. Örneğin benim neslim Osmanlı tarihini bir yanda devletin ve timar sahiplerinin zulüm ve sömürüsünden, diğer yanda köylü ve göçebelerin ezilmişliğinden ibaret görür; dolayısıyla (Şeyhe Bedreddin ve diğer) halk isyanlarına odaklanır; başka pek bir şeye bakmaz, meselâ Osmanlı kültür ve medeniyetiyle hemen hiç uğraşmazdı. Şimdi ise yeni Osmanlı tarihçiliğinin öncü kenarı çok daha dengeli anlayışlarla ilerliyor.
Benzer bir şekilde (v) tarihin her yerde ve her zaman devrimlerle ilerlediği, yani devrimin zorunlu, kaçınılmaz ve dolayısıyla evrensel olduğu da, herhalde hiçbir ampirik gözlemle doğrulanmadığı için, en kolay terkedilen önermelerden biri oldu. Bu çerçevede (vi) “burjuva devrimleri” özellikle zikredilmeli. Çünkü bu, “şimdi sırada proletarya devrimi var” fikrine giderken Marx’ın kullandığı çok önemli bir basamaktı. Oysa şimdi evrensel ölçülerde yapılan ciddî tarihçilikte, Fransız Devriminin bile burjuva devrimi olduğu (ekonomide de siyasette de burjuvazi pek gözükmediğinden) çok şüpheli. Daha genel olarak “burjuva devrimi,” teori öyle olmasını gerektirdiği için icat edilmiş ve sonra her yerde “görülmeye” başlanmış sayıldığından, yerine, modernleşme devrimleri veya ulus-devlet inşası devrimleri gibi, olayı “yapan”ına (yaptığı farzedilene) göre değil yapılana, içeriğine göre tanımlayan kavramlar kullanılıyor.
(Ki bu da faraza Kürt hareketine bakışla çok ilgili bir husus. PKK’yı olduğu gibi görüyor muyuz ?) Devam edeceğim.
Yorum Yap