19 yaşımdaydım

  • 26.05.2015 00:00

 [25 Mayıs 2015] Zaman ne çabuk geçiyor. Hem klişelerin klişesi, hem en yaşamsal gerçek. Militan solculuğu ne zaman bıraktım; uzatmalı doktoramı ne zaman dişimi sıkıp bitirdim; Ortaçağ tarihinden historiyografiye, milliyetçilik etütlerine ve Ermeni soykırımına nasıl geçtim; ne zaman 40’tım da sonra 50, 60, 65 oluverdim; akademik hayata daha ne zaman döndüm ki emekliliğim ansızın kapıya dayanıversin; Türkiye neler gördü 2002’den bu yana; bu arada 2007-2013 Taraf serüvenim de nasıl başlayıp bitiverdi. Daha dün, of, diyordum, önümüzde upuzun bir seçim kampanyası var; nasıl tahammül edeceğiz? Ama neredeyse sonuna geldik. Her sabah erkenden, çeşitli web sitelerindeki dünya olaylarına bakıyorum, hangilerini Serbestiyet’e haber yapsam diye. Ânında çevirip özetlemez de “yarına” bırakırsam, hemen eskiyor ve bir daha doğmuyor o fırsat. Aşağıdaki değinmeler, işte o yetişemediğim ama etkilendiğim, ilginç ve önemli bulduklarımdan. Dokuz küçük yazıda kısa bir dünya turu.

Zenginler daha zengin (yoksullar daha yoksul olmasa da)

Madalyonun bir yüzünde, yeryüzünün ortalama refah düzeyi sürekli yükseliyor; dolayısıyla bugünün yoksulları dünün yoksulları değil. Diğer yandan, gelir ve servet farkları artmaya, en zenginler ile başka herkes arasındaki uçurum derinleşmeye devam ediyor. Bu, yaygın olarak saptanan ve kabul edilen bir gerçek. Çok çeşitli ölçütleri mevcut. Araştırmalardan araştırma, rakamlardan rakam beğenin. Dünya Kalkınma İktisadı Enstitüsü’nün bir çalışmasına göre, 2000 yılında bütün yetişkinlerin en zengin yüzde 1’i dünyadaki bütün aktiflerin yüzde 40’ına sahipti. “On milyon dolar milyonerleri”nin toplam serveti 2008’de 41 trilyon dolara ulaştı. Oxfam, bir uluslar arası yardım kuruluşu. Tek bir örgüt değil; kendi ölçülerine göre yoksulluğa ve haksızlığa karşı 94 ülkede faaliyet gösteren 17 ayrı örgütü çatısı altında toplayan bir konfederasyon. Ocak 2014 tarihli bir Oxfam raporuna göre, dünyanın en zengin 85 kişisinin toplam serveti, dünya nüfusunun alt yüzde 50’sinin, yani yaklaşık 3.5 milyar insanın toplam mal varlığına eşit. Sadece en zengin ilk üç kişi alındığında, malî portföylerinin en yoksul 48 ülkenin toplamını geçtiği ortaya çıkıyor. Dünyanın en zengin yüzde 1’i hakkında ise, Credit Suisse bankasının 2014 Ekim araştırması, insanlığın toplam servetinin neredeyse yarısına sahip olduklarını; gene Oxfam’ın 2015 Ocak araştırması, 2016’ya gelindiğinde yarıyı geçmiş olacaklarını vurguluyor. Tampa Bay Times gazetesinin bilgi sitesi PolitiFact.com’a göre, en zengin 400 Amerikalının toplam serveti, “bütün Amerikalıların toplam servetinin yarısından fazla.” 22 Temmuz 2014 tarihli New York Times belki daha bile dramatik bir ölçüt getiriyor: “ABD’nin en zengin yüzde 1’inin mal varlığı, en alt yüzde 90’ın üzerinde.” Bu durumda aile miraslarının payı büyük. Yukarıda sözü edilen en zengin 400 Amerikalının yüzde 60’tan fazlasının zaten “çok ayrıcalıklı” koşullarda büyüdüğü anlaşılıyor.     

Bu da küresel kapitalizmin bedeli ve haksızlığı. Alternatifini bir zamanlar “sosyalizm” dediğimiz genel piyasa ve özel mülkiyet karşıtlığında arayacak değilim; o proje çoktan çöktü. Biraz nükleer enerjiye benzetiyorum. Hem öylesine bereketli, hem öylesine tehlikeli. İnsanlık herhalde nükleer enerjisiz yapamayacağı gibi, yaratıcı girişimsiz ve rekabetsiz, sonuçta kapitalizmsiz de yapamayacak. Buna karşılık, nükleer enerji gibi kapitalizmi de çok dikkatle kontrol etmeyi, potansiyel vahşetini törpülemeyi ve potansiyel ahlâksızlığını demokratik şeffaflıkla dengelemeyi öğrenmesi gerekli.

Pahalı oyuncaklar

Gelgelelim, kapitalizmin üretkenliğini görmeyip sırf bölüşüm sorunlarına bakmak hatâlıysa da, bazen işin bu tüketim ve tüketimcilik yanı sabır taşını çatlatacak gibi oluyor. 21 Mayıs’ta BBC web sitesinde, “Zenginlerin oyuncakları -- sizinkilerden iyi” diye bir dosya gördüm (Toys of the rich -- better than yours). 

Yukarıda solda gördüğünüz, kendi GPS sistemiyle donatılmış küçük drone’un (insansız hava aracı) burun kamerası çok yükseklerden 1080 pixellik video ve 14 mega-pixellik fotoğraf çekimleri yapabiliyor. Fiyatı 500 dolar; BBC ıskalasının en altında yer alıyor. Sağdaki Hydro-tepkili Jetovator ise bizzat sizi sudan yaklaşık 8 metre yukarı uçurabildiği gibi, sathın 3 metre altına da daldırabiliyor – 7000 dolara.

Aynı firma, ikinci sırada solda gördüğünüz hovercraft türü golf arabasını da sunmakta. Artık delikten deliğe, yerden 25 santim havada ve saatte 72 kilometreyle gidebilir, göletleri de ıslanmadan geçebilirsiniz. Golf sahalarının fiyaka kralı sizsiniz, 58,000 doları bayılırsanız. Oyuncak araba yarış pistlerini atlıyorum, 125-150,000 dolara kurdurmak istemezsiniz diye. İkinci sırada sağdaki Triton 3300/3 modeli özel denizaltıya bakın, yeter. Üç kişi alıyor, 1000 metreye dalıyor ve fiyatı 3.6 milyon dolardan başlıyor.

Böyle birkaç tenezzüh denizaltısıyla, Gazze Şeridi’nde kaç kişi beslenir? Son iki depremle harabeye dönen Nepal’in kaçta kaçı onarılır? Kalkota ve Mumbai’nin sefil varoşlarının ne kadarına kanalizasyon ve temiz su götürülür? İç savaşlardan kırılan Afrika ülkelerinde, AIDS’e ve Ebola’ya karşı ne gibi sağlık hizmetleri sağlanır? Kolombiya’da kaç dağ köyü toprak kaymalarından korunur?

Ya da, yeryüzünün yağmur ormanlarını esirgemek; karbon emisyonlarını azaltıp küresel ısınmayı durdurmak; Kuzey Denizi ve Güney Kutbu buzlarının erimesini önlemek açısından neler sağlanır?

Çin, Amazon havzasına demiryolu açacak

İnsanın içi karışıyor ister istemez, bu müthiş tezatları düşününce -- ve bir de üzerine, Çin’in bütün Amazon havzasını enlemesine kesecek bir demiryolu yapmaya talip olduğunu okuyunca. Bu haber eski değil; daha dün gördüm, ama cuk oturduğu için buraya alıyorum. 

Çin başbakanı Li Keqiang (Keçiang) şu sırada bunun için Güney Amerika’da. Hafta başında Brezilya’nın onayını almış; son günlerde Peru devlet başkanı Ollanta Humala’dan da “öneriyi inceleyecekleri” vaadini koparmış. Demiryolu gerçekleştiği takdirde haritanın sağında gördüğünüz, Brezilya’nın Atlantik kıyısındaki limanı Acu’dan, Peru’nun henüz belirlenmemiş bir Pasifik kıyısı limanına (belki başkent Lima’ya) kadar yaklaşık 5300 kilometre uzanacak.

Dünya ekonomisinin yeni ağırlık merkezi Atlantik’ten Pasifik Okyanusuna kayarken, Çin’in Latin Amerika’ya hammadde ve tarım ürünleri ihracatında bu, her iki taraf için de çok önemli bir maliyet kısma ve fiyat düşürme olanağı. Peru açısından, Başkan Humala’nın ifadesiyle, ülkenin “[Pasifik’ten] Güney Amerika’ya doğal giriş kapısı olarak jeopolitik konumunu pekiştirici” nitelikte. İyi de, zaten kaçak ağaç kesimiyle ve büyük toprak sahiplerinin yeni tarım alanı açma çabalarıyla orasından burasından aşındırılan, “yeryüzünün akciğeri” konumundaki cengele ne olacak, bu arada? Yağmur ormanlarının henüz el değmemiş köşelerinde, onbinlerce yıllık yaşamlarını hâlâ bozulmamış biçimde sürdüren yüzlerce yerli grubu var. Onların başına neler gelecek? Habire kalabalıklaşan insanlığın küçülen bir gezegene sığışma ve kalkınma uğruna kaynak diye ne varsa tüketme çabası, sonunda bizzat kendi varlığını hangi uçurumun kenarına sürükleyecek?   

Fidel ve Raul Castro

Bir alttaki haberi Türkiye’de kaç kişi görüp önemsedi acaba? Özellikle solcu web sitelerinin hiçbirinde rastlamadım. Ama önce biraz arkaplan bilgisi. Her türlü diktatörlük gibi komünist rejimlerde de “iktidarın devri” hep bir problem ve potansiyel kriz kaynağı olageldi. Demokratik seçim ve dönüşüm olmayınca, meşruiyet başka yerlerde arandı. Kimin “devrimin en sadık halefi” olup mevcut “çizgi”den sapmayacağına güvenilebilir? Bu sorunun gerçek cevabı, tabii kimse! Çünkü sonsuz değişim, hiçbir dogmaya ilelebet bağlılık tanımaz. Ama yüzeysel veya kısa vâdeli cevabı, hele bazı küçük ve geri ülkelerde, giderek daha dar çevrelerde ve nihayet aile içinde aranır oldu. Bu yönelim Kuzey Kore’nin üç kuşaklık Kim hanedanında (İl-sung  Jong-il  Jong-un) doruğuna ve karikatür düzeyine vardı. Aynı olgu çeşitli Maocu hareketlerde de gözlenebilir (çünkü varlık nedenini sadece 1960’lar ve 70’lerin özel koşullarından alan Maoculuk, makro planda bakıldığında bütünüyle bir gerçekten kopukluk manzarası arz ediyor ve bu “temelden karikatür” niteliğiyle ister istemez çok sınırlı çevre ya da mahfillere mahkûm olup kendi içine gömülmek zorunda kalıyordu). Nitekim Türkiye’nin Maocuları olarak bizler, kendimizi çok olmuş ve ermiş gördüğümüz 1970’lerde, örneğin Kanada Komünist Partisi (Marksist-Leninist)’in tamamen Hardial Bains ve ailesinin hegemonyasında olmasıyla kendi aramızda dalga geçerdik -- ama bugün, o miadını doldurmuş Maoculuğu sırf kerameti kendinden menkul bir capoistorico’nun (= tarihsel şef) özgün misyon hırsı yüzünden her türlü zaman aşımı sınırının ötesinde sürdürmekte israr ettikçe faşizme doğru dejenere olan Vatan Partisi de (bkz Türkiye’nin meczup ‘Altın Şafak’ faşisti, 11 Mayıs 2015) aynı ailevî hegemonya anlayışını yansıtıyor.    

Kuzey Kore veya VP ile dalga geçmek, birçok eski solcu için görece kolay da, Küba’ya gelince bir sıkıntı baş gösteriyor. Bir zamanlar Sovyetler Birliği ile Çin arasında üçüncü bir Tricontinental yolunu temsil ettiği düşünülen Küba’yı “Che” üzerinden sarıp sarmalayan maceracı silâhlı mücadele romantizmi, faraza eski Dev-Yol veya Kurtuluş tabanları (diyelim, 50-60 yaşlarındaki Birgün okuyucuları) üzerindeki büyüsünü hâlâ tamamen yitirmedi. Oysa Küba’nın “saltanat veraseti” açısından durumu yukarıdaki örneklerden o kadar farklı değil. Devrimin efsanevî lideri Fidel Castro, halen 89 yaşında. Daha bundan on yıl kadar önce, yönetemeyecek hale geldi. İktidarın zirvesini kim devraldı? Beş yaş küçük (halen 84 yaşındaki) kardeşi Raul Castro. 2006’da geçici olarak getirildiği Devlet Konseyi Başkanlığına, 2008’de Ulusal Meclis tarafından kendi adına ve kalıcı olarak seçildi. 2011’de de, 46 yıl boyunca büyük biraderinin ardından İkinci Sekreterliğini yaptığı Komünist Partisi’nin nihayet Birinci Sekreteri oldu. (Türkiye’de Erdoğan’a diktatör diyenler, Küba’da Fidel ve sonra Raul kardeşlere ne diyor, bilmiyorum doğrusu.)    

Papa, Raoul Castro ve din

Fakat gelin görün ki ağabeyini izleyerek rejimin tepesine oturan Raul Castro önderliği de habire değişim sinyalleri veriyor, günümüz dünyasında. (Kimbilir, belki Fidel’den Raul’a geçişi, Fidel tarihî Fidel olarak kalacak ve bu “dönüş” sorumluluğunu paylaşmayacak şekilde zamanladılar.) Bir zamanların ademi merkezîleşme, şeffaflaşma ve kurumsallaşma gibi tabu sözcükleri, artık günlük tedavülde. Özel teşebbüs özellikle turizm ve hizmet sektörlerinde hızla yayılıyor. Küçük çiftçiye daha fazla özerklik ve insiyatif tanıyan bir tarım reformu devreye girdi. Özel kredi, emlâk ve toptancı piyasaları şekillenmekte. Yurtdışına çıkış kolaylaştırıldı; yurtdışında ikamet süresi iki yıla çıkarıldı. Yakın zamanda ABD ile ilişkilerin elli yıl sonra düzelmesi ve ambargonun kaldırılması mecrasına girilmesi bomba gibi patladı (bu öyle büyük bir olay ki, meselâ Kore açısından bunun muadili, Kuzey ile Güney arasında 1953’ten beri süren resmî savaş halini sona erdiren bir barış antlaşması ve 1930’ların Fransız Maginot Hattını andıran o korkunç DMZ’nin, Askerden Arındırılmış Bölge’nin toptan kapatılması olabilir). Şimdi şimdi, bu yakınlaşmada Papa I. Fransiskus’un önemli rol oynadığı ve iki taraf arasındaki gizli görüşmelerin Vatikan’da cereyan ettiği anlaşılıyor (Cumhuriyetçi neo-con’ların Gülenciler benzeri bir paralel yapısı yok ki gizli tutanak tutup pazarlıkları Obama yönetiminden kim yürüttüyse onu tutuklatmaya kalksınlar).

Tariz bir yana, yukarıdaki son bilgi BBC’nin 10 Mayıs tarihli bir haberinde yer aldı. Haberin başlığı ise aynen şöyleydi: Pope Francis inspires Cuba's Raul Castro towards Church (Papa Fransiskus Küba’nın Raul Castro’sunu Kiliseye cezbediyor). Altında, Moskova’daki 9 Mayıs (İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa cephesindeki sonunun, yani Nazizme karşı zaferin 70. yıldönümü) kutlamalarından dönerken Vatikan’a uğrayan Küba liderinin, neredeyse bir saat başbaşa görüştüğü I. Fransiskus’tan çok etkilendiği, Katolik âleminin ruhanî liderinin bilgeliğini övdüğü ve hattâ “eğer Papa bu çizgiyi sürdürürse ben de Kiliseye döner ve tekrar dua etmeye başlarım” dediği yazıyordu. BBC’ye göre Raul Castro “Papa Cizvit ve ben de az çok öyle sayılırım, çünkü Cizvit okullarında okudum” demiş; “ciddiyim, doğru söylüyorum” (I mean what I say) diye eklemekten geri durmamıştı.

Buna rağmen, şakaydı tabii, ama Havana ile Vatikan’ın son zamanlarda ne kadar yakınlaştığını gösteren bir şaka. Ve ilginçtir; Küba Komünist Partisi Merkez komitesi’nin resmî organı Granma gazetesi, Raul Castro’nun Papa’yla buluşmasını verirken, Küba halkını şoke edip kafasını karıştırmamak için midir, bilinmez, fakat bu cümleleri yayınlamadı. Öte yandan, Ankara için ek fikir: AKP hükümeti, Küba ile ABD’yi yakınlaştıracak kadar yapıcı bir Papa ile, bir defacık soykırım dedi diye bu kadar hırlaşacağına, aynı yapıcılığı Türkiye için de kullanıp diyalog kanallarını daha fazla açmasını sağlamaya çalışsa, çok daha akıllıca olur(du) sanıyorum. 

Fransa’da Müslüman kızın bu sefer uzun eteğine yasak

Buna karşılık, Batı dünyasında herkes Papa olgunluğunda değil kuşkusuz. Nisan sonunda Fransa, Kemalizme de örnek olan otoriter laiklik anlayışı yüzünden bir kere daha sarsıldı. Ülkenin kuzeyindeki Champagne-Ardenne bölgesinin Charleville-Mezieres kasabasında, adı sadece Sarah olarak verilen 15 yaşında bir Müslüman kızın, Nisan ayı içinde iki defa lise müdürü tarafından “etek uzunluğu” gerekçe gösterilerek okula alınmayıp evine gönderildiği ortaya çıktı. Bizde böyle sorunlar genellikle kız öğrencilerin “fazla kısa” etek giymesinin öğrencilik âdâbı ve disiplinine aykırı bulunmasından kaynaklanır. Ama şimdi sıkı durun: Charleville-Mezieres’te mesele Sarah’nın eteğinin kısalığı değil, tam tersine uzunluğuydu, çünkü müdür, kızın giydiği uzun siyah eteği “dinî bir simge” olarak yorumlamış ve 2004 tarihli okullarda dinî simgelerin gösterimi yasağının kapsamına sokmuş; Sarah’nın, başörtüsünü çıkardığı ama uzun eteğinin bir inanç simgesi sayılamayacağı yolundaki itirazlarına da kulak asmamıştı. 

Kamuoyundan özellikle sosyal medya tepkileri çığ gibi büyümekte gecikmedi. Twitter’da  #JePorteMaJupeCommeJeVeux (Eteğimi nasıl istersem öyle giyerim) hashtag’i birkaç günde 45,000 tweet’e ulaştı. Yukarıda gördüğünüz tweet’lerin ilkinde LoloBbb diye bir izleyici, “Cesaret Sarah!! Sen hiç yanlış bir şey yapmadın. Sadece çatlak bir dünyada yaşıyorsun” diye yazdı.  İkincisinde Zainab M bir ikiyüzlülük ve çifte standartlılığı “Podyum modelleri uzun etekler giyince haute couture [yüksek moda] oluyor da aynı şeyi bir Müslüman yapınca laikliğe tehdit oluşturuyor” sözleriyle deşifre etti.  Başbakan Manuel Valls’a din ve laiklik konularında danışmanlık yapan Nicolas Cadence, 2004 yasasıyla “peçe veya nikâb, [Yahudilerin giydiği] kippah, büyük boy haç veya Sihlerin sarığı” gibi çok belirgin simgelerin hedef alındığını, ama “uzun siyah bir eteğin yasa dışı olmadığını” açıkladı.

Madalyonun diğer yüzünde, nikâb yasağını kabullenmiş görünen Müslüman kadın öğrenciler şimdi gitgide daha kitlesel ölçülerde uzun siyah etek giymeye başlarsa ne olacağı artan bir tedirginlik konusu. O zaman da “bak işte, bunu da dinî bir simge haline getirdiler, dolayısıyla bu da yasaklanmalı” denecek mi? Lise yöneticilerinin buradan hareketle 2004 yasasını giderek daha aşırı biçimlerde yorumlama eğilimi karşısında, Sarah’ya akan teminat ve destek beyanları tam anlamıyla yatıştırıcı ve güven verici olamıyor.

Çinli feministler internette direniyor

Fransa muazzam Avrasya kitlesinin batı, Çin ise doğu ucu. Geçtiğimiz Mart ve Nisan aylarında Çin sosyal medyası da yetkili makamlar ile zihnen ve ruhen hür kadınların çatışmasına tanık oldu. Öncesinde, yaygın cinsiyetçiliğe karşı sembolik protestolar çoğaldı. İnternette yayınlanan kanlı gelinliklerle aile-içi şiddete; erkek tuvaletlerini işgal eden kadın görüntüleriyle, kamusal alanda kadın tuvaletlerinin yokluğu veya azlığına dikkat çekildi.

Ardından baskılar geldi. Siz bir zamanlar Mao’nun “gökkubbenin yarısı kadınların omuzlarında duruyor” demesine bakmayın. Bu, kadınları ve kadın haklarını gene kadınların özgürce ve özerkçe savunabilmesi demek değil. Aynen daha önce Sovyetler Birliği’nin yukarıdan aşağı komünist modernleşme, ya da Türkiye’nin yukarıdan aşağı Atatürkçü modernleşme projelerinde olduğu gibi Çin’de de, bir çağdaşlık değeri olarak kadın haklarını savunma gereği ile bağımsız sivil toplum hareketlerine duyulan şüphe daima yan yana ve iç içe. Nevzat Tandoğan’a izafe edilen “bu ülkeye sosyalizm gerekiyorsa onu da biz yaparız” zihniyeti ÇKP’nin topluma bakışına da yansıyor.  

Bu perspektif, nisbet verircesine tam da geçtiğimiz 8 Mart Uluslararası Kadınlar Günü’nde, cinsiyetçiliğe yönelik online “eylem”lerin başını çeken “Feminist Beşler”in -- yukarıda resimlerini gördüğünüz (30 yaşındaki) Wu Rongrong, (25 yaşındaki) Li Tingting, (26 yaşındaki) Wei Tingting, (33 yaşındaki) Wang Man ve (25 yaşındaki) Zeng Çuran’ın --  “münakaşalara girişmek ve karışıklık çıkarmaya çalışmak” gibi, yasalarda tanımı olmayan ama “proletarya diktatörlüğü”nün prensipte sınırsızlığı ve aslen hukuk tanımazlığını bir kere daha hatırlatan bir “suç” icadı ve isnadıyla tutuklanıp uzun süre sorguya çekilmesine yol açtı.  1913’ten bu yana Çin’de kadın hakları aktivistleri hiç tutuklanmamışken bu hoyratlığın nereden icap ettiğini, parti ve devlet kontrolündeki resmî Global Times gazetesi, “kadın haklarını savunmak, onay almadan protestoya kalkışmak demek değildir” sözleriyle ortaya koydu. İktidarın asıl korkusunun feminist görüşlerin kendileri değil, tabandaki feministlerin ülke çapında network’lar kurup yeni sivil toplum kuruluşlarına örnek teşkil etmeleri ihtimali olduğu bir kere daha ortaya çıktı.  

“Beşler”in tutuklanmasıyla birlikte, internet feminizmi ilk ağızda derin bir sessizliğe gömüldü. Dalga geri çekildi ve bir anlamda yeraltına geçti. Ama bu sefer uluslar arası dayanışma baş gösterdi. #FreeBeijing20Five hashtag’ine yüzbinlerce tweet aktı. Yukarıdaki gibi, serbest bırakılmalarını talep eden posterler ortalığı kapladı. Nisan ortasında haklarında (henüz) dâvâ açılmaksızın kefalet karşılığı serbest bırakılmaları ise bu sefer yeni bir canlanışla elele gitti. Kadın hakları Çin sosyal medyasında eskisinde de fazla tartışılmaya başladı.  Bunun da ilginç (ve Türkiye açısından da anlamlı) bir göstergesi, Beycing’in bir mahallesindeki bir hükümet dairesine asılan “Kadının en büyük hasletleri iyi ev kadınlığı ve iyi anneliktir. Her şeyi tüketip erkeklerin işlerini ellerinden almaya çalışmak zorunda mısınız?” panosunun fark edilip de internette yayınlanması üzerine on binlerce kadının öfkesini çekmesi oldu.

Güney Afrika’da muhalefet ilk siyah liderini seçti

Yukarıda komünist rejimlerin “iktidar devri” sorunları bağlamında Küba’dan söz ederken, devrimin “kurucu baba”larına ilelebet ve harfiyen sadakat diye bir şey olamaz, çünkü koşullar habire değişiyor demiştim; tabii bu muhalefet partileri ve gelenekleri için de geçerli. Güney Afrika’daki ırk ayırımı (apartheid) rejiminin çökmesi, o zamanlar Nelson Mandela’nın liderliğindeki Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC = African National Congress) karşısında zamanla Demokratik İttifak (DA = Democratic Alliance) muhalefetinin oluşmasına yol açmış; ANC ezici çoğunluğu itibariyle siyahların partisi olarak şekillenirken, DA da daha çok Güney Afrikalı beyazların partisi kimliğini kazanmıştı.

Gel zaman git zaman, Mandela sonrasında bir yandan ANC çok uzun süre başta kalan ve neredeyse rakipsiz görünen bütün partilerin (yolsuzluk ve aşırı iktidar merkezîleşmesi gibi) ortak hastalıklarına yakalanmaya başladı. Diğer yandan DA, otoriter tek-parti yönetimine karşı daha liberal-demokratik bir muhalefet niteliği kazanırken, aynı zamanda “beyaz görüntü”den kurtulmadıkları takdirde pek yol alamayacakları anlayışına ulaştı. Bu gelişmeler, DA’nın Mayıs başındaki son kongresinde Mmusi Maimane’nin parti liderliğine seçilmesi noktasına vardı. 

 

Yukarıda, beyaz eşinin yanında seçim zaferini kutlarken gördüğünüz Maimane, henüz 34 yaşında. 2009’da katıldığı DA’da, 2011’den beri parti sözcüsü. 1980’de Johannesburg’un apartheid dönemindeki, polisin vahşice ateş açtığı protesto gösterileriyle ünlü Soweto beldesinde doğmuş. Güney Afrika ve İngiltere (Galler bölgesi) üniversitelerinde okumuş; İlâhiyat ve Psikoloji yüksek lisans diplomaları var. Altı dil biliyor; iş danışmanlığı tecrübesi var; hafta sonlarında Johannesburg’daki bir kilisede vaizlik yapıyor. Bir sonraki seçimlerde sadece ANC’yle değil, aşırı sol Ekonomik Özgürlük Savaşçıları Partisi’nin meydan okumasıyla da baş etmek zorunda.

Maya Plisetskaya (1925-2015)

2 Mayıs’ta gözüme çarptığında ah dedim içimden. Maya Plisetskaya ölmüş. Münih’te. Kalp krizinden. 89 yaşında. En tepede, ana başlığın yanında sağda, son dönemlerindeki sayısız ödül töreninden birinde. 80 küsurken nasıl bu kadar güzel olunur? Solda, Kuğu Gölü’nde, Odette/Odile rolünde. Yıl 1966. Tam benim Boston’da seyrettiğim sırada.

20. yüzyılın, yanında belki sadece Galina Ulanova ve Margot Fonteyn’in yer alabileceği birkaç en büyük balerininden biri, belki birincisiydi. Hayatı asrının ve Sovyetler Birliği’nin olabilecek bütün umut ve trajedilerinin içiçeliğini yansıtır. 1925’te Moskova’da doğdu. Litvanya Yahudisi ailesinde tiyatro, sinema ve bale sanatçısından geçilmiyordu. Babası Mikhail (Mişa) Plisetski, diplomat, mühendis ve maden müdürüydü. Tam anlamıyla inanmış bir komünistti; Sovyet kömür endüstrisindeki başarıları nedeniyle “ulusal emek kahramanı” ilân edilmiş, bizzat Molotov tarafından ilk Sovyet yapımı otomobillerden biriyle ödüllendirilmişti. Derken Stalin’in bilmem kaçıncı büyük terör dalgası çerçevesinde 1938’de tutuklandı ve idam edildi. Ardından annesi, sessiz sinema döneminin gözde aktrislerinden Rachel Messerer-Plisetskaya da tutuklandı ve üç yılını Kazakistan’daki bir Gulag zorunlu çalışma kampında geçirdi. Maya’yı ve o sırada yedi aylık kardeşi (sonradan ünlü koreograf) Aleksandr Plisetski’yi, Rachel 1941’de serbest kalıncaya kadar teyzeleri, Bolşoy’un büyük dansçılarından Sulamith Messerer yanına aldı.

O terör ve savaş yıllarında fiilen öksüz yetim kalıp hayatı altüst olan Maya, baleye ve Bolşoy Tiyatrosu’na sığındı. 1934’te 9 yaşında başladığı balede hızla gelişmiş, Bolşoy sahnesinde ilk performansını 11’inde vermişti. 1943’te, 18 yaşında koreografi okulunu bitirdi ve resmen kumpanyaya katıldı. O kadar yetenekliydi ki, corps de ballet’de çok az oyalanıp hemen solist oldu. Başından beri hem çok akıcı hem çok güçlü, tutkulu, dramatik ve karizmatikti; teknik üstünlüğü, jeté’lerinin yüksekliği ve sırtının inanılmaz esnekliğiyle dikkat çekiyordu. 1960’da Galina Ulanova’nın ardından Bolşoy’un baş balerini oldu; zamanla prima ballerina assoluta ünvanını aldı (kelime anlamıyla “mutlak baş balerin”; ordinaryüs profesör, onur başkanı veya ebedî şef gibi, çok az dansçıya lâyık görülen sembolik bir tanım). 1990’da sahneden kesin olarak indiğinde 65 yaşındaydı. Eleştirmenlerin genel kanısına göre, olağanüstü parlaklığı ve dinamizmiyle 1950’lerden başlayarak bale dünyasını değiştirdi; balerinler için çıtayı çok yükseltti, yeni standartlar tanımladı. 

Ve bunu yaparken uzun süre başından bela eksik olmadı; her adımda rejimin paranoyak baskı ve şüphelerini göğüslemek zorunda kaldı. Ailesi Yahudi, babası ve annesi (güya) siyasî suçluı, kendisi de boyun eğmez bir kişiliğe sahip olduğundan, Bolşoy’a alındığı 1943’ten itibaren 16 yıl boyunca yurt dışına çıkmasına izin verilmedi. 1948’de Jdanov Doktrini’nin yürürlüğe girmesiyle birlikte, Stalin’in son yıllarına damgasını vuran anti-Siyonizmin özel hedefleri arasına girdi. Politik toplantılara katılmadığın için alenen kınandı, aşağılandı. Bir dönem, Sovyet taşrasına dönük otobüs turlarının toz toprağına mahkûm edildi. Buna karşılık “üstün” Sovyet kültürünün zirvesi diye Moskova’ya gelen önemli yabancı misafirlere sergilenen Bolşoy vitrininde hep o vardı. Bu kalpsiz ikiyüzlülük biraz Kruşçev’le kırıldı. İçinde biriktirdiği isyan, 1956’da inanılmaz bir Kuğu Gölü performansıyla patladı. Bale tarihçisi Jennifer Homans anlatıyor: “Dansına hükmeden o çelik gibi küçümseme ve meydan okuyuşu hissetmemek olanaksızdı. Daha [üç perdelik 1895 Petipa-İvanov versiyonundaki] birinci perde kapanır kapanmaz halk çılgına döndü. KGB’nin ayıları izleyicilerin alkışlayan ellerini sıkıp susturmaya çalışıyor; tekme atan, bağıran, tırmalayan insanları sürükleyerek salondan dışarı çıkarıyordu. Ama akşamın sonunda hükümetin zorbaları artık çekilmiş, pes etmişti. Zafer Plisetskaya’nındı.” Bu olağanüstü geceyi, yurtdışına çıkma yasağını 1959’da bizzat Kruşçev’in kaldırması izledi. Gitti; New York’u, ABD’yi ve bütün dünyayı fethetti. Döndüğünde gene Kruşçev tarafından karşılandı. Kucaklandı ve kulağına kişisel teşekkür sözcükleri fısıldandı: “Aferin kız, geri geldiğin için. Beni aptal durumuna düşürmedin. Hayal kırıklığına uğratmadın.” Nureyev’in, Barişnikov’un, Makarova’nın peş peşe Batıya iltica ettiği yıllardı. Oysa olanca asîliğiyle birlikte Plisetskaya için, babasını katletmiş, kendisi ve ailesine cehennem azabı yaşatmış bir rejimden kaçmak, o Soğuk Savaş kutuplaşmaları ortamında, her şeye karşın “düşmanın safına geçmek, yani ihanet” anlamına geliyordu. Bir gün annesine, çocukluğunda Norveç’te geçirdikleri birkaç yılı hatırlatarak, hazır fırsat varken neden Sovyetler Birliği’ni terk etmediklerini sormuş; annesinin cevabı, “bunu telaffuz dahi edecek olsam Misha beni ve sizleri ânında bırakıp giderdi” şeklinde olmuştu. Bu anekdotlara bütün bir tarihin çelişkileri, karanlık çizgileri ve ironisi yansımakta.

Bolşoy 1966’da tekrar bir Amerika turnesine çıktığında, bütün bunları bilmiyordum kuşkusuz. Ne program broşüründe yazıyordu, ne başka herhangi bir yerde. Yazsa bile ne yapardım, o da ayrı, çünkü maalesef ben de aynı ideolojik hegemonyanın esiriydim, Sovyetlere toz kondurmazdım o yıllarda. Önce bir arkadaşımla kendimiz bilet alıp New York’a gittik; Fındıkkıran’da karı koca Ekaterina Maksimova ve Vladimir Vasilyev çiftini izledik. Hayran kaldım; bundan daha güzel ve zarif bir şey olamaz diye düşündüm kendi kendime. Ardından kız arkadaşım -- ne kız arkadaşı, en katıksız anlamıyla sevgilim -- her nasılsa Kuğu Gölü’ne iki bilet bulup beni Boston’a çağırdı. Baş roldeki Maya Plisetskaya bir süperstardı, en büyük süperstardı artık. Kendine özgü, ikonoklastik stili, neredeyse erkekler kadar kudretli sıçramaları, bugün dahi eşine rastlanmayan cüret ve cesareti dillerde dolaşıyor; “sahnedeki varlığının elektrikleyiciliği”nden, tek bir bakışıyla bütün salonu avucunun içine almasından, köşeli, çıkıntılı vücut dilinin kısa ve kesin jestlerine çok güçlü ve esrarlı duygular yükleyebilmesinden adetâ fısıltıyla, doğaüstü bir efsane gibi söz ediliyordu.

 

Bunları okuyordum da pek anlamıyor, bilmiyordum ne demek olduğunu. Gittik, balkonda yerlerimizi bulup oturduk. Rus geleneğine uygun olarak, Petipa-İvanov’un dört değil üç perdelik 1895 versiyonunu sahneliyorlardı. Birinci perde birinci sahne, Prens Siegfried’in in 21. yaşgünü balosunun hazırlıklarıyla, köylü dansları ve eğlenceleriyle geçti. İkinci sahne geldi; prens ve arkadaşları geceleyin ayışığında yıkanan gölün kıyısında, kuğuları avlamak için pusuda beklerken, Odette [Beyaz Kuğu] rolünde Plisetskaya sahneye fırladı.

Fırladı ve kollarıyla başını akıl almaz bir açıyla geriye büküp sadece durdu orada. Ve bütün salonda garip bir ürperti dolaştı. Yukarıda, ana başlığın altında soldaki fotoğrafa tekrar bakın. Bu poz o giriş ânı değil aslında; belden yukarısını belki 70 derece geri yatmış gibi düşünmeniz lâzım (imkânsız ama öyle geliyordu işte); böyle dahi, kendi âlemlerinde apayrı bir yaşantı sürdürüyormuş hissini veren o benzersiz kolların uzanışı ve vücudun tambur gibi gerginliği, o müthiş dramatik yoğunluğu biraz olsun yansıtıyor. Ölümünden sonra ardından yazılanlarda, dönemin ünlü emprezaryosu Sol Hurok’un, Anna Pavlova’dan sonra sadece Plisetskaya’nın sırf sahneye adım atmasıyla “elektrik çarpmış gibi” olduğunu okudum. 1966’daki o Boston gecesi, aynen buydu benim de başıma gelen; tepeden tırnağa titreyip kasıldığımı hatırlıyorum. Yanımdaki dünya güzeli genç kadını unuttum; elimi tutuyor ve biliyordu başka bir dünyaya gittiğimi; o iki saat, sahnedeki büyücüye âşık olmuştum. Boston Senfoni’nin konser salonunda sanki sırf o ve ben vardık. Deli gibi kıskandım, onu kollarına alıp kaldıran, belinden tutup döndüren, önünde diz çöken baş balet Nikolay Fadeyeçev’i. Odile’in Siegfried’i aldatıp ayarttığı üçüncü perdeyi, ben de o daha vahşi, daha seksi Siyah Kuğu tarafından aldatılıp ayartılıyormuşum gibi yaşadım. Finalde, Sovyet koreografisinin sosyalist realizm doğrultusunda uydurduğu, arka planda insanlığın geleceğini haber veren pembe şafakların söktüğü “onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine” tipi mutlu son, fazla şekere bulanmış gibi geldi. Sınıfsız toplum hayaline boş verip, sırf Plisetskaya başkasının olmasın diye, asıl Petipa-İvanov finalini -- Odette ile Siegfried’in hiç olmazsa ölümde birleşmek uğruna göle dalıp intihar edişini aradım.

19 yaşımdaydım.

 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yorumlar (1)

  • Osman Aslan
    Osman Aslan
    3.03.2013 23:53

    Hanfendi, Bir konu da ozellikle yaniliyorsunuz. PKK (ozellikle ust duzey kadrolari) Turk sol ve kominist geleneginden geliyor ve bu anlamda Turk halkini da kendilerinin kurtaracagina inaniyorlar. Bu yuzden Abdulah Ocalan in Turk halkiyla ilgili soylediklerini supheyle karsilamanin hakliligi yok. Bence Ocalan in ornek alinacak cok yanlari var. Saygiylarimla, Osman Aslan

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums