- 10.12.2013 00:00
[8 Aralık 2013] Bu öyküye biraz daha yakından bakmakta yarar var. Güney Afrika neydi, ne oldu? Apartheid nereden ve nasıl çıkageldi? Mandela neye karşı mücadele ediyordu? Vizyonu ve mücadele anlayışı zaman içinde nasıl bir değişim gösterdi? Bu sorulardan bazıları, 20. yüzyıl dünyası ve 21. yüzyılın başındaki Türkiye için büyük önem taşımakta.
17. yüzyıl ortalarında Afrika’nın güney ucunda, Hollanda’nın Birleşik Doğu Hint Kumpanyası’na (VOC) bağlı bir ticaret karakolu kuruldu. Bu yerleşim gene daha çok Hollanda’dan göç yoluyla büyüdü. Ancak 1795 ve 1802’de birkaç defa el değiştirip, Napolyon Savaşları sona ererken kesinlikle İngiltere’ye geçti ve Britanya İmparatorluğu’nun Ümit Burnu Kolonisi ya da Kap Kolonisi (Cape Colony) oldu. Böylece kısmen İngilizleşti — ama Hollandalı göçmenler de (kuzey ve kuzey-doğu yönünde) içerilere ilerlemeyi sürdürdüler. Hollandaca’nın Afrikaans denen yerel bir creolevaryantını yaratıp konuşmaya; gerek Hollanda ve gerek bu Afrikaans dillerinde,Afrikaner’in yanısıra “çiftçi” anlamında Boer(ler) diye anılmaya başladılar. Hür Oranj Devleti (the Orange Free State) ve Transvaal Cumhuriyeti adıyla iki “Boer cumhuriyeti” kurdular.
Tarım ve hayvancılık imkânlarının yanı sıra, 1860’lardan itibaren Güney Afrika’nın kıymetli maden zenginliği de ortaya çıktı. Kimberley elmas yatakları ile çeşitli altın madenlerinin bulunması, bölgenin ekonomik değerini çok arttırdı ve Kap Kolonisi üzerinden Oranj ile Transvaal’e İngiliz göçüne de yol açtı. Boerlerin ortasında bu İngiliz “yabancı”ların (uitlander’lerin) diğer beyazlarla eşit haklara sahip olup olmayacağına ilişkin anlaşmazlıklar, 1880-1881 ve 1899-1902 Boer Savaşları’nı tetikledi. Sonunda İngiltere, ileride Nazilere örnek teşkil edecek olan “toplama kampları”nın kurulması gibi yöntemlere de başvurarak, Boer direnişini kırıp duruma hâkim oldu ve bölgedeki bütün devlet çekirdeklerini 1910’da Güney Afrika Birliği bünyesinde toplamayı başardı.
İster Kap Kolonisi ve — çok daha aşırı ölçüde — Boer cumhuriyetleri, ister hepsini kucaklayan Güney Afrika Birliği, toprak ve maden sahibi zengin beyaz azınlığın ucuz işgücü olarak kullandığı yoksul siyah çoğunluk üzerindeki çifte (hem ırksal, hem sınıfsal) tahakkümüne dayanıyordu. İngiliz ve Hollanda kökenli beyazları kaynaştırma çabaları da bir bütün olarak beyazlar ile siyahlar arasındaki uçurumun giderek açılması sonucunu doğurdu. Bu çerçevede, daha 1930’ların ikinci yarısında siyahların neredeyse tamamı seçme ve seçilme haklarından yoksun bırakıldı, parlamenter siyasetin dışına itildi. Öte yandan, İngiliz kökenli göçmenler ile Hollanda kökenli Boerler arasındaki siyasal farklar da belirginleşti. Tahmin edilebileceği gibi, İngiliz kökenliler Büyük Britanya ve İngiliz Milletler Camiası ile bağları korumaktan yanaydılar. Dolayısıyla daha liberal ve daha hoş görülü, siyah halka karşı daha yumuşak bir tavırdan yanaydılar. Afrikaans konuşan Hollanda ve Alman kökenliler ise bu daha ferah ve esnek liberalizminden nasibini alamamış, son derece katı ve dar görüşlü Boer milliyetçileriydi. Dünyayı kendi küçük çiftliklerinden ibaret sanan ya da öyle olmasını isteyen, Hollanda Reform Kilisesi’nin Kalvenist bağnazlığından da güç alan, taş kafa denebilecek bir ırkçılıkları vardı. O kadar ki, birçoğu işi İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında Hitlerci kesilmeye, Nazi Almanya’sını desteklemeye kadar vardırmıştı. Bunlardan John Vorster, örneğin, 1966-78’de Güney Afrika başbakanı ve 1978-79’da cumhurbaşkanı olacak; Verwoerd’in izinde yeni yeniapartheid uygulamalarına imza atacaktı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında eski sömürge imparatorlukları dağılmaya başlarken, İngiltere’nin en büyük günahlarından biri, iki yerde — bir miktar beyaz göçmen içeren, dolayısıyla “iskân kolonisi” (settler colony) denebilecek iki dominyonunda — “kendi kaderini tâyin hakkı”nı, mevcut siyasal eşitsizlikler temelinde örgütsüz ve söz hakkında yoksun bırakılmış siyah çoğunluğa değil, parlamenter siyaset alanını tekelinde tutan küçük beyaz azınlığa bırakması oldu. Dolayısıyla gerçek anlamda de-kolonizasyon (sömürgesizleşme) yaşanmadı. Bu iki ülke, Rodezya (şimdi Zimbabwe) ve Güney Afrika’dır.
Zimbabwe’yi bir kenara bırakalım. Güney Afrika’da dönüm noktası 26 Mayıs 1948 genel seçimleriyle geldi. O tarihte nüfusu 12 milyon (bugün yaklaşık 53 milyon) olan ülkede, yalnız 1 milyon beyaz seçmen oy kullandı. İngiltere yanlısı Başbakan Smuts’un Birleşik Parti’si, daha fazla oy almasına ve küçük İşçi Partisi’nin de desteğine rağmen, parlamentoda Afrikaner milliyetçileri karşısında 5 sandalye gibi minik bir farkla da olsa azınlıkta kaldı. Papaz Malan’ın Yeniden Birleşmiş Ulusal Parti’si ise, kampanyasını hemen tamamen, bağımsızlık arifesinde siyah çoğunluğun olası özlemlerine karşı beyaz azınlığın duyduğu korkuyu kışkırtmaya dayandırmıştı. Bugün bana hem MHP’nin sağ milliyetçiliğini hem “sol” ulusalcılığın, meselâ ne idüğü belirsiz Türk Solu dergisinin azgın çığırtkanlıklarını çağrıştıran bir taktikti bu. Başarıya ulaştı. Koalisyon halinde 79-74 çoğunluk kazanan YBUP ve Afrikaner Partisi hemen sonra birleşip, 1948-1994 arasında Güney Afrika’yı yöneten Ulusal Parti’yi oluşturdu.
Bu noktada, Nazizmin iktidara gelişiyle bazı benzerliklere dikkat çekmemek olanaksız. Temmuz 1932 ve Kasım 1932 federal seçimlerinin ardından çıkan 1933 hükümet krizinde Cumhurbaşkanı Hindenburg, şansölyeliği (Kasım’da oyları düşen) Hitler’e vermiş; bu da, Nazilerin kısa zamanda bütün muhalefeti yok edip iktidarlarını geri dönüşsüz bir diktatörlüğe dönüştürmelerinin başlangıcı olmuştu. Aynı şekilde, Boer veya Afrikanerlerin Ulusal Parti’sinin 1948’da elde ettiği üstünlük de (hep o Beyaz Güney Afrikalıların korkuları temelinde) neredeyse yarım yüzyıl yerinden oynatılamayan, Nazizmle birlikte ve ondan sonra insanlığın görüp tanıdığı en rezil, en hayâsız ırkçı diktatörlüğe yol açtı. Bu rejim adını Afrikaans dilinde “ayrışma” (İng. separation) veya “ayrı yaşama” (İng. apartness) anlamına gelen apartheid sözcüğünden aldı. Nazizm nasıl Aryanlar ile Yahudileri ve diğer “aşağı” soyları birbirinden ayırmışsa, Güney Afrika’da da insanlar (1) Beyazlar; (2) Hintliler (= Britanya İmparatorluğu’na mensubiyet örüntüleri çerçevesinde Hindistan’dan gelen göçmenler); (3) Renkliler (= melezler, karışık ırklar) ve (4) Siyahlar olmak üzere dört kategoriye ayrıldı. Haklar bu temelde, yukarıdan aşağı azalıp sıfıra inecek şekilde tanımlandı. 1949’daki Karışık Evlilikler Yasası ve 1950’deki Ahlâksızlık Yasası’yla (evet, aynen böyle: Immorality Act, Ahlâksızlık Yasası), Beyazlar ile diğer bütün gruplar arasında her tür cinsel ilişki, ırkların karışımını önlemek adına suç sayıldı. Trenler, otobüsler, parklar, okullar, üniversiteler, plajlar, hastaneler, tuvaletler, alışveriş merkezleri — özetle, kamusal alanda akla gelebilecek ne varsa ayrıştırıldı; her yerin ve her şeyin en iyisinin üzerine Beyazlara Mahsus yazıldı. Özel olarak okul ve üniversiteler düzeyindeki ayrışma, siyahlara sadece bir emek gücü rolünün tanınması ve buna uygun bir (teknik, meslekî) öğrenimin öngörülmesiyle elele gitti.
Yetmedi; bantustan denilen on adet “kabilesel yurt” kuruldu ve 1970 yılında (Vorster’ın başbakanlığı sırasında) bütün siyah halkın Güney Afrika vatandaşlığı tamamen düşürülüp, siyahlar artık sadece KwaZulu (= Zulu yurdu) ve benzeri bantustan’ların “vatandaşı” sayıldı. Türk aşırı-milliyetçilerinin, onyıllar boyu Kürtlere uygulanan bütün fiilî (ama hukuk düzeyine çıkmayan, görünüşte “kanun önünde eşitlik” ilkesini ihlâl etmeyen) baskıların birkaç adım ötesine geçip, faraza Kurmanci yurdu, Zaza yurdu vb diye böyle ayrı ayrı aşiretistan’lar kurduğunu ve herkesi bunlara tıkmaya kalkıştığını düşünebiliyor musunuz? Yapmaz veya yapmazlardı kuşkusuz. Milliyetçilik ve ırkçılıkta Boer veya Afrikanerler kadar ileri gitmediklerinden değil — ya da a priori ve özsel olarak bu yüzden değil. Öncelikle konumları ve projeleri farklı olduğundan. Güney Afrika’da beyazların küçük bir azınlık olmasına karşılık, Türkiye’de Türkler hep çoğunluk oldu. Buna karşılık orada siyahlar ezici çoğunluğu, burada ise Kürtler hayli kalabalık da olsa bir azınlığı meydana getirdi. Dolayısıyla apartheid’çılar siyahları bir anlamda Güney Afrika toplumunun dışına (dışında formel ve yasal eşitsizliğe) hapsetmeye çalışırken, Türk çoğunluğun milliyetçi tahakkümü Kürtleri Türkiye’nin içine (içinde fiilî eşitsizliğe) hapsederek TC’yi “bölme”lerini önlemeyi öngördü. Tersten söylersek, Türk devleti asla ne Kürtlerin vatandaşlığını düşürmeye, ne de onlara bir bantustan gibi Kürdistan vatandaşlığı tercihini göstermeye kalkabilirdi, çünkü bu, en korktukları yolun açılması anlamına gelirdi. Esasen Türk milliyetçiliği ve ırkçılığının apartheid’a göre kısa düşmesinden işte bu nedenle, bir sonuç olarak söz edebiliriz.
Ama işte Vorster yönetiminin 1970’da güttüğü mantık, buna benzer, bu kadar abes, Türk milliyetçiliğinin dahi aklının almayacağı türden bir şeydi. Dahası, ırkçı yönetime göre bubantustan’lar güya bağımsız birer devletçikti. Ve işe bakın ki, içlerinden hiç olmazsa birkaçını, dünyada sadece İsrail tanıdı. Kendi kafası da buna yattığı; Yahudiler Ortaçağdan bu yana ghetto’laştırılmaktan bu kadar çektikleri halde, “dünün mazlumu, bugünün zalimi” olarak 1950’lerden itibaren Filistinli Araplara karşı aynı tavra girmekte herhangi bir çelişki görmediği için, kuşkusuz. Dahası, bu iki ırkçı, dışlayıcı ideoloji ve devlet kendilerini birbirlerine o kadar yakın hissettiler ki, İsrail bir dönem Güney Afrika ordusu ve polisinin eğitilip donatılmasında da başrolü oynadı.
http://serbestiyet.com/hayatin-anlami-2-ghetto-bantustan-kurdistan/
Yorum Yap