İstiklâl Mahkemeleri ve Moskova Duruşmaları; Kemalist terör ve Stalin terörü

  • 30.11.2013 00:00

 [27 Kasım 2013] Oral Çalışlar Serbestiyet’teki ikinci makalesinde, Ankara’daki yeni iktidarın İstanbul basınına boyun eğdirişini anlatmıştı (İstiklâl Mahkemesi’nde gazetecilik nasıl çökertildi, 15 Kasım). Mete Tunçay, 1960 sonrası Türk tarihçiliği ve sosyal bilimlerinde Kemalizme ve Kemalist Devrime özgür, eleştirel bakışın öncüsüdür. O dönemde hem su katılmadık Atatürkçüler, hem “millî demokratik devrim”cilikte o saf Atatürkçülerle kolayca buluşan (bizlerin de içinde yer aldığımız) Marksist solcular, epey kızardı(k) Mete Tunçay’a. Başarısız 9 Mart 1971 cuntacılarından Celil Gürkan’ın, eskiToplum ve Bilim’deki acemice apolojisini hatırlarım.

Yıllar boyu değişen değer yargılarının, esasta ve detayda ne kadar haklı olduğunu defalarca kanıtladığı Mete Tunçay’ın ezber bozan tesbitlerinden biri, Cumhuriyetin ilânıyla o ân için, yani meselâ 29 Ekim 1923’ün bir hafta öncesi ile bir hafta sonrası arasında hemen hiçbir şeyin değişmediği; oysa 4 Mart 1925’te kabul edilen Takrir-i Sükûn kanununun bir hafta öncesindeki Türkiye ile bir hafta sonrasındaki Türkiye’nin çok farklı olduğu şeklindedir. Oral Çalışlar ise yazısında, işte tam bu dönüşümün temel boyutlarından birine değinmekte. Arka planını kendimce biraz genişletmeye çalışayım. Geç dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda basın esas olarak İstanbul’da gelişmiş; ister Abdülhamid sansürüne karşı 1908, ister İttihat ve Terakki zorbalığına karşı 1918 gibi çatırtılardan geçerek hayli özgürleşmiş; bu görece renkli, çok-sesli halini 1922-23 sonrasında da sürdürmüştü. 2000’lerin ulusalcı söylemi “Mütareke basını”nı diline doladıysa da, öyle toptan işgalcilerin, Vahideddin’in, Damat Ferit hükümetlerinin uşağı bir gazetecilik değildi söz konusu olan. Kuşkusuz bunlar da dahil hemen her çeşit fikir vardı. Çünkü imparatorluğun çöküş süreci bir iktidar boşluğu, en azından iktidar dağılma ve parçalanması yaratmıştı. İTC’nin itibarsızlaşması ve alışılmadık zafiyeti, devletin elinin kendini özellikle 1913-18 arasındaki — yani Enver’in şahsî hükümet darbesi demek olan Bâbıâlî Baskını’ndan sonraki — ağırlığıyla hissettirememesine yol açıyor; bu da basın açısından belirli bir ferahlama anlamına geliyordu.

Velhasıl basın ve düşünce özgürlüğü açısından iyi, ama millî dâvâ açısından — “tek yol”cu, tek sesli, tek çizgi1i bir millî dâvâ anlayışı ve angajmanı açısından — bakarsanız, hani nasıl denir, “millî birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz bir anda” (!) hiç de iyi olmayan bir açılım söz konusuydu. Üstelik, yukarıda belirttiğim gibi bu değişik hava Cumhuriyet’in ilânından sonraya, 1923-25 arasına da uzandı. Yeni kavuşulan haklardan zor vazgeçilir. Oysa İttihatçılardan kurtulduğunu düşünen İstanbul başkaydı, İttihatçı alışkanlıklarını önemli ölçüde tevarüs etmiş Ankara başka. Bir yanda, yenilgiyle gelen “liberal” bir çoğulculuk; diğer yanda, zaferle gelen “millî” bir merkezîleşme ve tekelleşme. Bir yanda henüz biat etmemiş bir serbestiyet; diğer yanda mütehakkim (ve Enver’inkinden de mütehakkim) bir duruş… Tarih illâ tutarlı değildir; sık sık böyle paradokslara yol açar.

Oral Çalışlar’ın gösterdiği gibi bu çelişki, 1926’da faaliyete geçen Şark İstiklâl Mahkemesi’nin, İstanbul basınının önde gelen isimlerinden bir dizi aydın ve yazarı şu veya bu şekilde Şeyh Sait isyanına karıştıkları iddiasıyla terörize etmesi, yalvartması, aşağılaması ve yerlerde süründürmesiyle çözüldü. Simon Schama, Fransız Devrimi’nin 200. yıldönümünde yayınladığı Citizens’da (1989), Jakobenlerin ve Kamu Selâmeti Komitesi’nin sonraki bütün devrimlere ve devrimciliklere taşıyıp aşıladığı “cezalandırma gösterileri” (demonstrations of punishment) geleneğinden söz eder. İşte bir bütün olarak dönemin İstiklâl Mahkemeleri ve özel olarak Şark İstiklâl Mahkemesi’nin Eşref Edip’lere, Ahmet Şükrü’lere, Ahmet Emin’lere yaptıkları da böyle su katılmadık bir cezalandırma gösterisiydi. “Devrimin kanunu bütün kanunların fevkindedir” mesajı verildi ve alındı; genel kamuoyu gibi basını ve her şeyiyle İstanbul da bu yeni “devrimci diktatörlük” önünde hizaya girmekte gecikmedi.

Oral Çalışlar’ın yazısı münasebetiyle bütün bunları bir kere daha düşünmek, başka bir dizi çağrışımı da beraberinde getirdi. Geçmişte, örneğin 1980’lerin ortaları veya ikinci yarısına kadar, genel olarak sosyalist sol ve özel olarak biz eski Maocular, bu ve benzeri bütün olaylara hukuk ve ahlâk açısından kim haklı kim haksız diye değil, kim devrimci kim devrim saflarından başka yerlerde (illâ saltanat ve hilâfet yanlısı olması da gerekmez; faraza ılımlı, reformcu, liberal, muhafazakâr ve/ya kozmopolit) diye yaklaşır; tabii böyle bir ayrıştırma çerçevesinde, tarihin kaçınılmaz ilerleme yönüne de uygun olarak “karşı-devrim” girişiminin ezilmesini, kurbanların kaderi vicdanımızı sızlatmaksızın benimser, onaylardık.

Şimdi baktığımda ise, kendi payıma, iktidarın amansızlığından; tahakküm hırsından; mutlak surette boyun eğdirme, tâbi kılma, kendine râm etme arzu ve iradesinden başka pek az şey görebiliyorum. Nâzım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları’nda Mebus Tahsin aracılığıyla Atatürk’ten “alaycıydı, kavgacıydı, kurnaz ve hükmediciydi” ve “o kadar ağır pençeliydi ki” diye söz ettiğini Taraf’taki köşemde hatırlatmıştım (Okuma Notları396, 20 Ağustos 2011). Yedi ay sonra da bir başka vesileyle, Stalin’in çeşitli insanlarla nasıl “kedi-fare oyunu” oynadığından söz etmiştim. 1937’de NKVD işkencelerinde bütün el tırnakları tek tek sökülen Konstantin Rokossovsky 1941’de itibarı iade edilip yüksek komuta heyetine geri döndüğünde, Kremlin’deki bir toplantıda generalin “tırnaksızlığı”yla herkesin içinde dalga geçecek kadar nasırlaşmış âdîliğini; Sovyet yazar ve entellektüellerini parmağında oynatmaktan özel olarak hoşlanmasını; “[Mikhail] Bulgakov mu ? Evet, biz onu bile eğittik. Ezdik onu; kim olsa ezebiliriz” ya da “Bizim gücümüz Bulgakov’u bile eğitip bizim için çalıştırabilmemizde yatıyor” diye böbürlenmesini; yazar Zlobin için önce Malenkov’a düzmece bir suçlama icat ettirip ardından “affedelim gitsin” diye sözümona bir âlicenaplık gösterisinde bulunmasını ve bütün bu mizansene sırf “bakın, insanların kaderi yalnız ve yalnız bana bağlı” diyebilmek için başvurmasını bir bir saymış, aktarmıştım (Okuma Notları 466, 14 Mart 2012).

Bunları Şark İstiklâl Mahkemesi’nin İstanbullu yazar ve gazetecilere reva gördükleriyle, habire idam seyrettirmesiyle, haysiyetsiz dilekçeler yazdırtmasıyla yan yana koyun bakalım; ortaya nasıl bir tablo çıkıyor?! Ama millî ama komünist; jenerik bir diktatörlük anatomisi. Ermeni soykırımının Hitler’e Yahudi soykırımı için örnek ve esin kaynağı olduğunu biliyoruz. Benzer bir akrabalık, 1925-27’nin Takrir-i Sükûn ve İstiklâl Mahkemeleri ile 1936-38’in Moskova Duruşmaları arasında söz konusu.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums