- 19.05.2011 00:00
Güncellikten nerede kopmuş gibi oldum ? 3-15 Mayıs’ta yurtdışındaydım. İki yazımı (5/5 Üç altın çağ, 7/5 Hangi Aydınlanma) gitmeden yazıp bırakmıştım. Ayın 8’inde dönmüş olmayı hesaplıyordum.
Bir terslik oldu; bir hafta uzadı yolculuğum. Bu arada e-posta erişimim de gitti. Bu çağda internetsiz yaşamak meğer ne zormuş. “İç Amerika”da bir yerde, dünyada ve Türkiye’de ne olduğunu bilmeden, gazete okuyamadan, alıştığım web sitelerine dahi giremeden, yerel tv’lerdeki “köy haberleri”yle başbaşa kaldım. Missisippi nehri kabarıyormuş ve on gün sonra taşabilirmiş (taştı da yer yer): Baton Rouge civarında aranan sabıkalı tehlikeliymiş ve krem rengi bir Infiniti kullanıyormuş; karides fiyatları artmış; Midwest’te yeni fırtına yokmuş. New Orleans’den bakınca, bırakın Avrupa’yı, Washington DC’yi ve Beyaz Sarayı bile görmek imkânsız, demek. 15 yıl oluyor; Wisconsin’deki bir konferansta da, kâinatın Büyük Göller bölgesinin süt, peynir ve mısır üretiminden ibaret olduğu izlenimine kapılmıştım. Aykırı, marjinal düşünce : ABD başkanlarının işi çok zor. Biz emperyalizmden yola çıkan izahlar üretirken, onlar bu kadar taşralı, dar kafalı bir seçmenden oy alarak seçilip küresel politika yapmaya çalışıyorlar.
Geçelim. Bu zoraki tecrit yüzünden, 12/5 Ortaçağ ve tarih; 14/5 Aydınlanma ve Ortaçağ yazılarımı âdeta bir boşlukta bitirip güç belâ Taraf‘a yollayabildikten çok sonra, Dersim ve Kastamonu olayları hayal meyal kulağıma geldi. Konvoy baskını ve öncesini telefonda dinledim. “Bakın, icabında başbakana suikast bile yaparız” mesajını veren bir eylemi PKK’nın sahiplenmesi, BDP’nin “her ölüme üzülürüz” yollu yasak savmasıyla birlikte.
Fakat şaşırdım mı ? Hayır. İstanbul’da olsaydım, tamamen farklı davranır; örneğin bu esoterik problemlerle uğraşma “lüks”ünü bırakıp politikaya ve Kürt sorununa döner miydim ? Hayır, muhtemelen dönmezdim, her şeye rağmen. Burnumu tarihten çıkarmazdım.
Zaten daha ne denebilir ki bu konuda ? Dört ay süreyle (4 Aralık ‘10 - 10 Nisan ‘11) ve galiba 37 yazı boyunca dile getirdim, Türk milliyetçiliğine de, Kürt milliyetçiliğine de nasıl baktığımı. Paradigmatik körlüklerini, inatlarını; şu kritik anda PKK-DTK-BDP cephesinin kendi dar çıkarı uğruna icat ettiği, tümüyle gerçek dışı “baş düşman AKP” teorisinin ve seçime mutlaka gerginlik ortamında girme çabasının ülkeyi nerelere sürükleyebileceğini. Şimdi de Nabi Yağcı, Mithat Sancar, Gürbüz Özaltınlı ve daha birçok kişi yazmış da yazmış, içimden geçen şeyleri. “AKP’yle değil devletle çözülür” fikrinin sakatlığını bu sefer Murat Belge çeşitli açılardan eleştirmiş. Orhan Miroğlu’nun Sıfır Noktası‘ndaki tesbitlerini özellikle önemsedim. Aysel Tuğluk’un DTK’daki konuşmasından yola çıkarak, PKK-BDP’nin yeni stratejisinden söz ediyor. Arap kitle hareketlerinden, Suriye’nin sarsılmasından, PJAK’ın yükselişinden, diyor, PKK önderliği bölgedeki rolünün artabileceği sonucunu çıkardı. Bir yandan, Türkiye içinde hedef büyütüyor, “haklar mücadelesi”nden fazla bir “demokratik özerklik” talebine geçiş sinyalleri veriyor. Diğer yandan, kuzey Irak’taki diğer, daha köklü ve oturmuş Kürt akımlarına meydan okuyabilir. İşin ucunda, “araf”tan cennete değil cehenneme yönelip, Batı’yı ateşi söndürmeye çağırmak da var.
Acaba bu, PKK’nın “ayrılık” patikasına geri dönmesinin işareti mi ? Miroğlu, bu takdirde, şu anda PKK-BDP önderliğine karşı sessiz kalan Kürtlerin tavır değiştirebileceğinden de söz ediyor. Kendi payıma, Türk milliyetçiliğinin güneydoğuya “sömürge olmayan bir sömürge” muamelesi yapmasının karşılığında, PKK’nın “ayrılma olmayan bir ayrılma” denebilecek bir mecraya girdiğinden söz etmiştim (26 Mart : Hegemonya ve “psikolojik savaş” ). Buralarda buluşuyoruz. Benim biraz farklı düşündüğüm nokta, “yeni tahlil”e nasıl gelindiği. Yani böyle, ciddi olarak düşünülen nesnel öğeler mi var, yoksa bunlar barışa yan çizmenin bahaneleri mi ? Bana göre PKK barış fikrini sindiremiyor, kendini “barış hali”nin içinde göremiyor, hayal edemiyor. Kalıcı barış beklentisinin arttığı bir ortamdan nasıl çıksam diye bakıyor. Aslında hiç istemediği halde kendini evlilik hazırlığı içinde bulan bir gelin veya damat adayı nikâh memurunun ve bütün şahitlerin önünde hayır dememek için, nasıl daha önceden kaçmaya çalışırsa, PKK da öyle, “köprüden önceki son çıkış” fırsatlarını kaçırmamak peşinde. Bence işte bu noktada, askerî vesayet mihrakının bitmeyen provokasyonlarıyla birlikte “yeni tahlil” de devreye giriyor; PKK-BDP önderliği belki büyük bir virajı tabanına açıklamaya bu gerekçelerle hazırlanıyor.
Özetle, umutlu değilim. Türk ve Yunan milliyetçiliği Kıbrıs’ı birleşemez kıldı. Türk ve Kürt milliyetçiliği bunu güneydoğu için de yapacak. Bu durumda, çok sevdiğim kişilerin de bütün çağrılarına karşın ve yalnız kalmak pahasına, “emek, demokrasi, özgürlük bloku” denen PKK-BDP cephesine oy vermeyeceğim. Sorgulanmayan alışkanlıklar ve boş hayallerle sürüklenilen yanlış bir analiz, yanlış bir tavır olduğu kanısındayım.
İşte oldu; konjonktüre bir kere daha boyun eğdim. Bari on gün de böyle geçsin. Biraz “Diyarbakır Çellisti”nden, pardon, dilim sürçtü, “Saraybosna Çellisti”nden söz edecek; sonra gene Aydınlanma, felsefe ve tarih sorunlarına döneceğim.
Yorum Yap