- 8.04.2013 00:00
Biz bize benzerizcilik yapmak istemiyorum ama, Türkiye’nin kolay kategorileştirilemeyen bazı özellikleri vardır gerçekten. “Millî Mücadele”miz veya “İstiklâl Harbi”miz, örneğin, ne tam Avrupa devrimleri gibi, ne de tam Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın bağımsızlık mücadeleleri gibidir. Bir “millî kurtuluş savaşı” değildir öncelikle. Bu terim doğru yerini, uzun süreli ve ülkede ciddi yapısal dönüşümler yaratan sömürgelik hallerinde bulur.
Sömürgeleşmeksizin, yeniden bağımsızlık; bölünmeksizin, yeniden birlik
Oysa malûm, Osmanlı İmparatorluğu hiç sömürge olmadı. Belirli bir devlet bağımsızlığını azalarak da olsa hep korudu ve dolayısıyla 1919-22, o mevcut bağımsızlığı korumak ve yeniden tanımlamak anlamında, eh, evet, bir “istiklâl” harbi sayılabilir. Tek boyutu bu olmasa da; sadece dışa karşı değil,ülke içindeki diğer milletlere karşı mücadeleyi de içeren anlamlarıyla Millî Mücadele deyimi, tarihî açıdan (beğenelim beğenmeyelim) daha gerçekçi olsa da.
Bugün yaşadığımız barış sürecinde de benzer bir tanımlama zorluğu söz konusu. Bana göre Türkiye, Millî Mücadele ve sonrasında çok da gönüllü olmayan bir birlik kurmuş ve ardından o birlik diğer “azınlık”lara da ama özellikle Kürtlere kan kusturmuşken; derken yaklaşık 30 yıl süreyle büyük ve ciddî bir Kürt isyanı baş göstermişken; özetle, ülke bölünmeye hayli yaklaşmışken ama bir türlü de bölünmemişken şimdi, umulur ki eskisinden farklı bir birliği yeniden tanımlayarak korumaya uğraşıyor.
“Yutmamak, teslim olmamak” ve “AB’ye onurumuzla girmek”
Apaçık görülüyor ki bunun da yığınla bedhahı ve inkârcısı, başarısızlık isteyeni, başarısızlığın pususunda bekleyeni var. Ama bir gerçekleşirse, yakın tarihin (1) Kemalist Devrimin kendisi ve (2) 1946-50 yıllarında çok-partili demokrasiye geçişle birlikte, ileride belki (3) 2010-2015 eşiği diye anılan üçüncü büyük dönüm noktası olacak.
Böyle anlarda benim aklım, nedense hep, o “savaşçı” ve “mükemmeliyetçi”lerin düşünmediği şeye başarısızlığın maliyetine kayıyor. Böyle bir tartışmayı 2002-2007 arasının demokratikleşme reformları sürecinde de yaşamıştık. O zaman bir “AB’ye girelim ama onurumuzla girelim” rüzgârı esmişti. Nelerin onursuzluk olduğunu bir türlü anlayamadığımız gibi, girmemenin (daha doğrusu, tam üyelik müzakereleri kapısını açamamanın) olası maliyeti üzerinde de pek durulmamıştı. Şimdi de Kürtlere yutmayın, teslim olmayın, ulus-devlet hedefinden vazgeçmeyin diyenler var. Sanırsınız ki barış olursa her şey aynı, hattâ daha bile kötü olacak; emperyalizm işte o zaman Ortadoğu’yu tamamen pençesine alacakmış. Bu umacıya karşı tercih etmemiz gereken iç savaşın bundan sonraki maliyetinin ne olabileceğini ise es geçiyorlar.
Tamamlanmış bölünme: Yugoslavya örneği
Oysa önümüzde hayli yakın bir örnek de var: Yugoslavya. Şüphesiz birçok bakımdan farklı. Orada çöküş, “Titoist” veya “Yugoslavist”lere karşı doğrudan doğruya merkezi Milosevic gibi azılı Sırp milliyetçilerinin ele geçirmesiyle başladı. Buna karşı, sonuçta herkes ayrı cumhuriyetini kurdu. Öyle veya böyle, bütün milliyetçi, savaşçı, azamîci, mükemmeliyetçi kafaların istediği oldu: bölünme süreci kesinleşti ve tamamlandı. Geriye, yıktığı hayatlar, dağıttığı aileler, çektirdiği tarifsiz insan acıları kaldı.
Geçmişte “Sırp milliyetçiliğinin aynasında Türk milliyetçiliği”ni de defalarca yazdım (bkz Weimar Türkiyesi, 69-84), felâketin o gün nasıl yaşandığını da (Saraybosna Çellisti, 21 Mayıs 2011). Şimdi,nasıl hatırlandığına değinmek niyetindeyim.
Şiddet çılgınlığını izleyen utanç ve anlama, hatırlama denemeleri
Türkiye, 6-7 Eylül 1955. Aynı yıllarda Kıbrıs. 1975-90 Lübnan. Bu gibi pogrom, katliam ve/ya iç savaşları yakından izleyen gözlemcilerin dikkat çektiği bir ortak yön var: büyük şiddet boşalımının “ertesi sabah”ı, kimsenin doğru dürüst birbirinin yüzüne bakamayışı; derin bir utanç duygusu; gözleri yerde dolaşma halleri. Ya hiç hatırlamak istemeyiş. Ya da, birkaç gün veya birkaç yıl geride kalan o dehşeti, orasından burasından yoklayıp, “bize ne oldu”ğunu ürkek ürkek anlamaya çalışma halleri.
Yugoslavya örneğinde, belki biraz hafif, şaka gibi gelecek ama, bu keder ve hayıflanmanın en çok hissedildiği alanlardan biri spor; daha somut olarak, eski kulüplerin ve millî takımların insanî dokusunun başına neler geldiği. Hasta hasta bu kadar yazabildim. Gelecek hafta devam edeceğim.
Yorum Yap