- 21.11.2012 00:00
Bu, Sarkis Torosyan’ın Çanakkale’den Filistin Cephesine başlığıyla Türkçeye çevrilen kitabından yola çıkarak, Torosyan’a ve kitabın editörü Ayhan Aktar’a (AA) ayırdığım 13 yazılık bir dizinin (şimdilik) sonuncusu. Başka bir şey söylemek gerekiyor mu; onu görmek için, bir, AA’nın cevap verip ver(e)meyeceğine ve iki, Hakan Erdem’in bir süredir yazdığını bildiğim kitaba bakacağım.
Hakan’ın çalışmasının benim burada dile getirdiğim birkaç noktadan çok daha kapsamlı ve ayrıntılı olacağına; değinilmedik hemen hiç bir şey bırakmayacağına eminim. Ben ise daha küçük bir hedef seçtim. Kendimi AA ile 2010 Mart-Nisan-Mayıs’ındaki polemiğimizin alanı, yani Çanakkale’yle sınırladım. Sırf 19 Şubat ve 18 Mart 1915 deniz harekâtı ile 24-25 Nisan çıkartmaları ve kara savaşlarına ilişkin (ya da bu döneme denk gelen) anlatımları itibariyle Torosyan’ın metninin çok büyük ölçüde fiktif olduğunu, gerekçeleriyle göstermeye çalıştım. AA’ya eleştirilerimi ise, (a) bu kadar uyduruk bir metne aldanmak; (b) uyarılara çok kaba ve nobran bir karşılık vermek; (c) biraz uyanır gibi olduğunda ise ya bu hatırlatmaları yok saymak ve/ya (daha kötüsü) çeviri metin üzerinde bazı oynamalarla durumu idare etmeye çalışmak... gibi birkaç başlıkta toplamaya çalıştım. Tek tek ve bir arada, bu tavırların bilimsel namus ve ciddiyetle bağdaşmadığı kanısındayım.
Bu dört hafta boyunca, “bütün bunlara ne gerek var; dünyanın ve Türkiye’nin bunca ciddî sorunu, ABD seçimleri, açlık grevleri, Suriye ve Gazze vb varken neden böyle incir çekirdeğini doldurmayan, kimsenin ilgilenmediği şeylerle uğraşıyorsunuz” yollu birkaç (tam sayı vermek gerekirse, üç) okuyucu mektubu da aldım. Galiba birine cevap da verdim. Özetle, bilim ve bilim ahlâkı için önemli ve dolayısıyla benim için önemli; hattâ öyle ki, bazen her şeyden önemli ve istemiyorsanız okumazsınızdiye düşünüyorum. Popüler olmak zorunda değilim; popülist olmak zorunda değilim. Evet, arada sırada, çoğunluk açısından oldukça esoterik böyle konular da çıkar ve genel kamuoyuna sıkıcı gelse de birilerinin sesini yükseltmesi gerekir. Drosophila melanogaster (meyve sineği) üzerinden yapılan genetik deneyleri de yıllar yılı nice lise öğrencisini bıktırmıştır ama biyoloji için önemlidir. Bu toplumun bilim ile sahte-bilimi ayırt etme kapasitesi biraz olsun gelişecekse; orada burada birkaç lisansüstü öğrencisi ile birkaç heyecanlı genç gazeteci, sırf duygusal-düşünsel tercihleri yüzünden her okuduğu “iyi” şeye inanmamayı öğrenecekse; (velev, Osmanlı Ermenilerinin trajedisini gözler önüne sermek gibi) en ulvî özlemlerin dahi gerçeklerden ve gerçek arayışından sapmayı zerrece mazur göstermeyeceği anlayışı, bütün kesimlerde yerleşecekse, eh, ne yapayım, Taraf’ın toplam 50,000 küsur okuyucusundan bu dört hafta boyunca benim payıma sadece binde biri bile düşmüş olsa, bu kadarı da bana yeter.
Tek bir not kaldı, eklemek istediğim. 6 Ekim’deki Eski Defterler programında AA, Hakan Erdem’in bir bir sergilediği sakatlıklar resmigeçidi karşısında, zayıf ve tereddütlü bir tavırla da olsa iki tür savunmaya başvurmuştu, yeterince üzerine gidilmeyen. Birincisi, dikkati habire Torosyan’ın neleri “doğru bildiği”ne çekmek istiyordu örneğin bataryalardaki topların çapı, kalibresi gibi. Oysa Erdem’in de dikkat çektiği üzere, bu tür bilgilerin hepsi 1920’ler, 30’lar ve 40’larda basılmış olan, herkesin ulaşabileceği kaynaklarda mevcuttu. Esasen böyle “kaynak”ları tarihçiler daima doğruları değil yanlışları açısından sınar genel olarak bilimin, çeşitli paradigmaların “doğrulanması” değil “yanlışlanması” yoluyla ilerlemesi gibi.
İkincisi, 6 Ekim’de AA durup durup bir de şunu soruyordu: Peki, bu adam niye böyle bir şey yazsın, hele 1947’de? AA’nın, bu tarihin hiçbir yıldönümüne uymaması, ayrıca BM Soykırım Sözleşmesi’nden de bir yıl önceye gelmesi gibi yorumlarından, illâ soykırım ve Ermeni diaspora’sıyla ilgili bir makro açıklama aradığı anlaşılıyordu.
Dinlerken kulaklarıma inanamamıştım, böyle naiflik olur mu diye. İnsanlar her şeyi sırf etnik ve/ya ideo-politik konumları icabı mı yaparlar? Torosyan bir “Ermeni” ve “soykırım mağduru”ndan mı ibarettir? Âhir ömründe ucuz şöhret edinip biraz da para kazanmak istemiş olamaz mı? Kimin içinden, hayatını hayalî öykülerle süslemek geçmez? Tintin’e, Gökler Hâkimi Gordon’a, Yüzbaşı Zefiren Yolagetiren’e, Robur le Conquérant’a, James Bond’a, Abdülcanbaz’a, Lawrence of Arabia’ya benzemek, bu tiplerin bir kısmını yaratanlar dahil, pek çok kişinin gizli arzusu ve yeterli yalan söyleme nedenideğil midir?
James Thurber’ın 1939 tarihli, çok ünlü bir hikâyesi vardır, The Secret Life of Walter Mitty diye. Orta yaşlı, sıradan, zararsız bir Amerikalı, karısıyla haftalık alışverişleri sırasında, orada burada beklerken kendine çeşitli roller düşler. Donanmada pilot olup fırtınada deniz uçağını düşmekten kurtarır; inanılmaz bir cerraha dönüşüp benzersiz bir ameliyat gerçekleştirir; soğukkanlı bir katil kimliğiyle mahkeme önüne çıkar; İngiliz Hava Kuvvetleri’nde bir intihar görevini üstlenir. Arada bir karısının sesiyle uyanır ve derken bir sonraki fanteziye geçer.
“Torosyan’ın inanılmaz maceraları” bunu çok andırıyor maalesef. Kendisi okumuş ve ilham almış mıdır, bilemem. Ama AA’nın daha fazla vakit geçirmeden okumasını öneririm.
Yorum Yap