- 30.06.2012 00:00
AKDENİZ’de uçak vukuatı, Şam’da tepki restleşmesi, sınırda misilleme uyarısı falan, işte etrafı cengâver rüzgârlar kavurur oldu. Sanki tüfekler yağlanıyor ve kılıçlar bileniyor.
Bir garnizon borazanının, bir de karartma perdesinin eksikliği kusur kaldı.
Dolayısıyla, ağzımdan yel alsın ama bari ben de savaşa dair yazayım dedim.
HEMEN söyleyeyim ki bu “savaşa dair” ifadesi aklıma Prusyalı general Clausewitz’in aynı başlıkla kaleme aldığı ve strateji açısından hâlâ aşılamayan o çok ünlü kitabı getirmedi.
Fransız filozof Henri Bergson’un şimdi nerede okuduğumu çıkartamadığım ve metin önümde olmadığı için de harfiyen zikredemeyeceğim bir denemesini hatırladım.
Muamma felsefecisi burada savaş dürtüsünün insanî fıtratta var olduğunu kaydeder.
Örnek olarak da minicik çocukların dahi hep vurdulu kırdılı oyun oynamasını gösterir.
Ve aslına bakarsanız Bergson bu içgüdüselliği saptayan ne ilk, ne de son kişidir!
ÖYLE, çünkü Babil, Mısır veya Grek mitolojilerindeki sayısız cenk tanrısının tahliline girmeyip derhal modern zamanlara uzandığımız takdirde bile, hem savaşın insan doğasındaki mevcudiyetini vurgulayan, hem de çok daha ileri gidip bunu kutsayan şahsiyetler ibadullahtır.
Meselâ burada aklıma hemen Alman “muhafazakâr devrimciliğinin” önemli siması ve çağdaş Cermen edebiyatının büyük ustası Ernest Jünger geliyor.
Birinci Harp’e en ön siperlerde katılmış ve defalarca yaralanmış olan genç Jünger bunları anlattığıÇelik Fırtınaları romanından hemen sonra İçsel Bir Deney Olarak Savaş adıyla yayımladığı kitapta ismi telaffuz edilmemiş bir “sosyal Darwincilik”ten yola çıkar.
Esas itibariyle de savaşın insanı özgürleştirdiği temasını işler.
“Savaşıyorum çünkü yaşıyorum” şeklinde özetleyebileceğimiz bir kavramlaşma üretir.
SONRAKİ dönemde Nazizm’le hiç uzlaşmamasına rağmen yukarıdaki Jünger de, mensubu olduğu politik akım da siyasi yelpazenin sağında, hatta aşırı sağında yer alıyorlardı.
Nitekim bu açıdan bakarsak onu Hitler’e fikrî zemin hazırlamış olan ve “völkisch” tarzı etnik milliyetçiliği ilk teorize eden Johann Fichte’nin mirasçısı saymamız gerekir.
Sözkonusu Fichte ki Almanlar için geliştirdiği “haklı savaş” deyiminin de mucididir.
AYNI “haklı savaş” ilkesi faşizmin ideolojik babası olan ve çağın emperyalist devletlerine kıyasla İtalya’yı “proleter ülke” ilan eden Enrico Corradini’nin de ana temasıdır.
Zaten ilkin aşırı sol safta yer alan Mussolini sırf o “proleter İtalyan ulusunun” savaş sayesinde dinamikleşebileceğini tezini savunarak Roma’nın 1. Harp’e katılmasını sağlamıştır.
Üstelik dev şair Gabriele d’Annunzio’dan 20. yüzyıl sanatında başı çekmiş Çizme Yarımadası fütüristlerine; hatta Anglo-Sakson Ezra Pound’dan T.S. Eliot’a, Latin veya değil İtalyan totalitarizmiyle flört etmiş tüm diğerlerine, modernitenin öteki boyutunu yansıtan bütün “sağ öncüler” daima ve daima “savaşın zorunluluğu” ortak paydasında buluşmuşlardır.
Dolayısıyla, İspanyol Frankistlerin cenk narasını oluşturan ve “yaşasın ölüm” anlamına gelen “viva la muerte” şiarı da aynı gelenekten ve aynı felsefeden soyutlanarak açıklanamaz.
Yani, “Ölüyorum veya öldürüyorum, çünkü yaşıyorum. Yaşıyorum, çünkü savaşıyorum”.
GÖRDÜNÜZ, şu “savaşa dair” yazıyı hiçbir değer yargısı getirmeden kaleme aldım.
“Barışa dair” söyleyeceğim tek şey ise yine yorumunu tamamen size bırakarak Can Yücel’in“Bayramlık” şiirini aktarmak olacak:
“Koyunlar keçiler ve koçlar için
Ne kadar bayramsa Kurban bayramı
Bu barış var ya bu barış
Cephedekiler için o kadar barış”
hadiuluengin@taraf.com.tr
Yorum Yap