- 3.02.2015 00:00
“BARIŞPEREST” değilim! Fakat tabii ki barıştan yanayım!
Zaten kim aksini söyleyebilir ki? Kim cengâverlik nutukları atabilir ki?
Bırakın eski zamanların kahramanlık, şövalyelik, bahadırlık menkıbelerini…
Şu 21. yüzyıl başında hangi babayiğit henüz daha geçen asrın başındaki bir Ernest Junger gibi “savaşın cevvaliyeti”ne övgü düzebilir? Hayat şırıngaladığını iddia edebilir?
O devirler çoktan bitti. En azından “muasır medeniyetler” açısından bitti.
Muharebeleri dahi “sıfır zayiat” bilançosu ekseninde hesaplayan günümüzün refah toplumları tek bir askerin bile burnu kanasa bizzat kendileri kan ağlıyorlar.
Oysa buna rağmen, yukarıda dediğim gibi, hayatımda hiçbir zaman “sulhperest” olmadım.
Ama önce sözcüğe açıklama getireyim:
***
“BARIŞPEREST” veya “sulhperest” kelimesini her durumda ve her şart altında savaş karşıtlığıyla özdeşleşen “pasifist” sıfatının karşılığı olarak kullanıyorum.
Belki de teslimiyetçilik ve tabansızlık dersek daha doğru bir tespit yapmış oluruz…
Meselâ, hani Hitler bütün oburluğuyla Avrupa’yı yutmaya hazırlanırken ve yılanın başını daha anında ezmek farz olmuşken, 1938 Münih’inde Çekoslovakya’yı Nazilere altın tepsi içinde sunarak “arbedeyi önledik” diye bayram eden; böylelikle de ertesi yıl başlayacak korkunç kıyamete çanak tutan gafil bir “sulh ruhu” (!) mevcuttu ya, işte onu kastediyorum.
Veya Sovyetler Birliği orta menzilli nükleer füzeleri Yaşlı Kıta’ya zaten yerleştirmişken, NATO’nun bunlara muadil silahları konuşlandırmasına “ölmektense kızıl olmak evladır” yaygarasıyla karşı çıkan; sırtlarına yapıştırdıkları “güvercin” (!) etiketine rağmen de özünde 5. Kol hüviyetli “kuşlar” olan naif ve enayi fasile vardı ya, “barışperestlik” derken onların yansıttığı ideolojik ekseni kıstas alıyorum.
***
İŞTE, başta yukarıdaki Münih olmak üzere yakın tarihin bütün bu teslimiyetçi gafletleri kulağıma küpe oldu. Dolayısıyla da kendimi hiçbir zaman pasifist addetmedim.
Bazen barışı korumak için önce savaşmak gerekebileceği fikrini düstur edindim.
Bundan ötürü de, çoğu defa akıntıya göğüs germek pahasına “sulhperest” korolar karşısında aykırı bir ses olarak “akoru bozmaktan” çekinmedim.
Fakat burada genel bir kural, kaide ve ilke vs. yoktur! Zaten olamaz.
***
OLAMAZ ve her defasında “somut durumun somut tahlilini” yapmak gerekir.
Şayet “savaş mı, barış mı” gibi o çok ciddi ve o çok vahim soru gündemde yerleşiklik kazanıyorsa, cevabı mümkün mertebe geniş perspektifli ve yine mümkün mertebe uzun vadeli bir faktörler yelpazesinde aramaya çalışmak mantıki zorunluluk olarak dayatır.
Kaldı ki hem “haklı savaş- haksız savaş”, hem de “meşru müdafaa- stratejik müdafaa” gibi aslında hayli sübjektif ve epey ahlaki yaklaşımlar da devreye girer ve girebilir.
O hâlde…
***
O hâldesi şu: Daha en baştan “sulhperest” olmadığı vurgulamasına rağmen bu satırlar yazarının tabii ki Suriye’ye karşı muhtemel bir askerî harekâtı kastederek ve yine en baştan “Savaşa hayır” ünlemini kullanması, herhangi bir pasifist refleksten kaynaklanmıyor.
Hem yukarıdaki “somut durumun somut tahlili” gibi soğuk ve nesnel bir hesap kitap muhasebesinden; hem tekrar yukarıdaki “haklı savaş- haksız savaş” ve “meşru müdafaa- stratejik müdafaa” türü ahlaki ve öznel değerlerin terazisinden kaynaklanıyor.
Evet, mutlaka ve mutlaka “savaşa hayır” ki, nedenlerinin ayrıntısına yarın geleceğim.
hadiuluengin@taraf.com.tr
Yorum Yap