- 6.06.2014 00:00
AVRUPA ütopyası buharlaşıyor!
Belki çok kesin bir hüküm oldu... O halde ifadeyi biraz yumuşatayım.
En azından, buğulanıyor!
Ve sanmayın ki Türkiye’yi kastediyorum. Malûmu tekrar ilâm edecek değilim.
İşe cevval adımlarla başlamış AKP hükümeti uzun ince yolu zaten hanidir terk etti.
Dolayısıyla, Avrupa ütopyası buharlaşıyor veya buğulanıyor derken bizzat ana unsuru, yani esas AB gövdesini kastediyorum.
***
BÖYLE bir gerileme süreci, olmadı duraklama diyelim, zaten hanidir hissediliyordu.
Fakat önceki hafta yapılan Strasbourg Parlamentosu seçimleri buna tam tuz biber ekti.
Birkaç istisna hariç yirmi sekiz üye ülkenin hemen hepsinde hem oylamaya ilgisizlik fahiş orana vardı, hem de kazanan partiler anti-Avrupa söylemli aşırı sağ kurumlar oldu.
Başka bir deyişle, yukarıdaki Avrupa ütopyası süpra-nasyonal denen türden bir ulus-ötesi devleti hedeflerken, 25 Mayıs’ta şekillenen tablo bunun yüz seksen derece zıddında, ulus-devleti ve ulusal duyarlılıkları ön plana çıkartan bir manzara sundu.
Başta Komisyon başkanlığına kimin getirileceği meselesi olmak üzere gelişmenin iç bünyede yarattığı krizlere hiç değinmeden tökezlemenin ana nedenlerine gelmek istiyorum.
***
BUHRANI tek bir gerekçeyle açıklayamayız. Tıpkı çoğu uçak kazasında olduğu gibi bir dizi faktörün üst üste binişinden söz etmek gerekiyor.
Bunların başında da aslında kırk yıl öncesine uzanan genişleme refleksi geliyor.
Üç aşağı beş yukarı Ortaçağ’ın Karlman İmparatorluğu coğrafyasına göre tasavvur edilmiş AB ne zaman ki kendi bünyesine önce, ta 1. Harp nihayetinden beri rotasını ABD’ye göre ayarlayan bir İngiltere’yi; çok sonraları da, Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte eski Doğu Bloku devletlerini dâhil etti, ipin ucu daha o zamanlarda koptu.
Bu atılımlar siyasi- diplomatik planda kaçınılmazdı. Ama böylesine genişlemiş ve ilk altı ülkeye göre biçilmiş elbisenin teyellerini de her defasında ancak peyderpey ve zar zor sökebilmiş bir yapının kurucu babalar tarafından tahayyül edilen AB’ye ulaşması imkânsızdı
Nitekim de yukarıdaki imkânsızlık hanidir netleştiği, yani o ideal Avrupa’nın olamayacağı anlaşılmış olduğu içindir ki Türkiye’nin üyeliği mümkündü ve hâlâ mümkündür.
Aksi takdirde, Karlman coğrafyasında tabii ki bizim yerimiz yoktu ve olamazdı.
***
ÖTE yandan, doğru, 20. asrın sonlarından itibaren ulus-devletin aşınmaya başladığı bir vakıa oluşturuyor. Ama bu aşınma AB’nin iradi biçimde hedeflediği aşınmaya tekabül etmedi.
Özünde kavmî dürtülere uzanan milli aidiyet duyguları inatla geçerliliğini koruduğu içindir ki Avrupalılık kavramı ancak ikincil ve geri planda bir üst kimlik olarak kaldı.
Üstelik Brüksel’in öngördüğü “bölgeler Avrupası” yok Katalunya’dan İskoçya’ya; yok Galler’den Lombardiya’ya, pek çok yerde “etnisiteler Avrupası” olarak algılandı.
Bu olgu da varsayılanın tam tersine, mikro milliyetçilikleri körüklemeye başladı.
Diğer taraftan, hem ekonomik krizin yarattığı toplumsal hoşnutsuzluk, hem de ABavrokrasisinin başkentleri “iplemeyen”(!), dolayısıyla da “milli iradeyi”(!) hiçe sayan bir görünüm sunarak Avrupalılara yabancılaşması, o milli iradeyi sahiplenmek iddiasıyla ortaya çıkan ve anti-Avrupa ekseninde siyaseten üreten aşırı sağ partilerin ekmeğine yağ sürdü.
***
İŞTE durum bugün budur ve henüz buharlaşmasa bile Avrupa ütopyası ciddi biçimde buğulanmaya başlamıştır. Yeni krizlerin kapıda olduğunu söylemek de kehanet değildir.
Ama Türkiye açısından özünde değişen hiçbir şey yoktur ki, buna yarın geleceğim.
hadiuluengin@taraf.com.tr
Yorum Yap