- 7.02.2014 00:00
YUVARLAK rakamlar ancak sembolik anlam ifade eder. Değeri duygusaldır. Olsun.
2014 takvimine girdik ki, işte bu yıldan itibaren hep o sembolizmler ön plana çıkacak.
Çünkü çok uzun sürmüş bir 19. asrı noktalayan, fakat 1989’daki komünist hezimetle çabucak sona ermiş şu çok kısa, ama kısalığına rağmen insanlık tarihinde hiç olmadığı ölçüde korkunç 20. asrı başlatan virajın yüzüncü yıldönümü geldi.
Birinci Dünya Savaşı’nı kastediyorum.
***
O savaş ki yukarıdaki insanlığın çehresini tümüyle bambaşka kıldı.
Artı, hem eski değerleri berhava etti, hem de aslında bitmediği ve daha sonraki savaşların kuluçkasına yattığı için teyakkuz durumunu yine aynı 1989’a dek sürdürdü.
Ben de buradan yola çıkarak ve tabii ki eğer ömrüm vefa eder, elim de kalem tutarsa, hiç olmazsa 2018 nihayetine kadar, siyasi gelişmeleri ve askerî muharebeleriyle ara ara ve sene be sene bu muazzam hercümerci irdelemeye çalışacağım.
Zira 1914 sırf evrensel tarihi değil bizim tarihimizi de muazzam ölçüde dönüştürdü.
Hengâmeye çokuluslu bir imparatorluk olarak girdik ve ulus-devlet kimliği edinmiş bir cumhuriyet olarak çıktık.
Dolayısıyla konuya ilkin, Harb-i Umumi’ye katılmak zorunda mıydık sorusunu sorarak başlamak gerekiyor.
***
KESTİRMEDEN söylüyorum: Hayır, değildik!
Oysa önce milliyetçi tarihçiler, sonra da ulusalcı dezenformatörler Enver’in Alman zırhlılarına Osmanlı bandırası çektirterek ve oldubittiyi “bir çocuğumuz oldu” yüzsüzlüğüyle duyurarak ülkeyi felâkete sürüklemesine bahane bulmak için daima bin bir tez uydurdular.
Yok efendim Türkiye zaten katılmak mecburiyetindeymiş... Çünkü “I. emperyalist paylaşım savaşının” (!) esas ve asıl hedefi İmparatorluğu bölüşmek sevdasıymış...
İnsanın kendini tutamayıp elinin körü diyeceği geliyor!
Bugün bile sorumluluk derecesinin tartışıldığı ve esas olarak Almanya’nın Saraybosna suikastı ertesindeki maceracı tırmandırma diplomasisinden kaynaklanan, fakat başlangıcında Şark Meselesi’nin asla ve asla devreye girmediği Cihan Harbi bırakın Türkiye’yi, Avrupa için dahi bir mukadderat, bir olmazsa olmaz, bir “yazgı” (!) değildi!
Bu tür uydurmasyonlar öngörülemez bir kaos olan tarihte tesadüflerin ve şahısların oynadığı rolü hiçe sayarak o tarihe at gözlükleriyle bakan dogmatik yobazların hezeyanıdır.
Ne gerçeklerle, ne de belgelerle uzak yakın ilgisi vardır.
***
ÖTE yandan, aynı hezeyana paralel olarak ezelden beri temcit pilavına dönüştürülen diğer bir tez de İttihatçıların aslında Fransa ve İngiltere gibi liberal demokrasilere yakın durduğu, fakat Paris ve Londra yüz vermediği için metazori Berlin’e yanaştığı efsanesidir.
Al sana bir fasa fiso daha!
Zira yarı-münevver cehaletiyle düşünen Jön Türk erkânı ne iktidara gelmeden önce, ne de geldikten sonra bir dış politika stratejisine yahut ilkesine sahip oldu.
Meşveret koleksiyonlarını ve yerli- yabancı arşivleri taramış Hasan Ünal’ın mükemmel biçimde ortaya koyduğu gibi komitacı hırpaniliği zihnî hırpanilikle atbaşı gitti.
II. Abdülhamit’in denge siyasetleri Düvel-i Muazzama içinde bugün birine yarın ötekine çatan, daha ertesi gün ise tam tersini söyleyen ve ona yaranmaya çalışan İttihat ve Terakki kurmaylarına oranla zemzem suyuyla yıkanmış bir üstatlığa tekabül ediyordu.
Ve hazretler 1908’de bir geldiler, 1914’de de pir götürdüler ki, encamımız malûm! Savaş’a girmek zorunda mıydık sorusuna yarın diğer bir açıdan hayır diyeceğim.
hadiuluengin@taraf.com.tr
Yorum Yap