- 27.07.2013 00:00
ŞİMDİ de Yavuz Baydar da ilâhların gazabına uğradı. Sabah Gazetesi’nden kovuldu.
Suçu, Okur Temsilcisi köşesinde Gezi direnişini destekleyen mektupları yayınlaması!
Quo vadis? Hasan Cemal’den Kürşat Bumin’e; artı, tüm Akşam kadrosundan adını sayamayacağım kadar çok diğerlerine, işte her muhalif ses medya kapısının önüne konuluyor.
Kâğıt üzerindeki varlığına rağmen gerçek bir basın özgürlüğünden söz edebilir miyiz?
***
BİLİYORUM, el cevap, iktidar temsilcileri bu soruya hemen şu yanıtı vereceklerdir:
“En ulusalcısından en pespayesine hükümet karşıtı yayınların ibadullah olduğunu görmüyor musun? Dolayısıyla ifade hürriyeti tırpanlanıyor diye ucuz demagoji yapma!”
Hayır, kazın ayağı öyle değil!
Doğru, yukarıdakiler “ultra muhalif” (!) yönde yayın yapıyorlar ama son tahlilde gerek nitelikleri, gerek nicelikleri itibariyle merkez medya denen kategoriye girmiyorlar.
Böylesine organların müşterisini zaten “anti” olmayı baştan ve partizanca benimsemiş kesim oluşturuyor. İktidar ağzıyla kuş tutsa onlar kadı kızında yine kusur keşfedecekler.
Dolayısıyla da kendi kitlelerinin nabzına göre şerbet veriyorlar ve öyle aman aman bir kıymet-i harbiye ifade etmiyorlar.
***
OYSA bütün demokrasilerde olduğu gibi Türkiye’de de merkez medya dendiğinde hem daha geniş bir kamuoyuna hitap eden, hem de şu veya bu doğrultudaki genel eğilimine rağmen belirli bir eleştirelliği ve nesnelliği koruyan organları kastediyoruz.
Ve, ilâhların gazabına uğrayan gazetecileri de işte hep oradakiler oluşturuyor!
Üstelik kabak şu sıra AKP’ye ve Başbakan’a karşı marazi bir hasmaniyet gütmemiş; aksine, referandumdaki “yetmez ama evet” yaklaşımından Kürt barışı atılımındaki desteğe, sözkonusu partiye ve liderine pek çok konuda arka çıkmış “liberaller”in (!) başında patlıyor.
***
OYSA eminim, eğer lâfı geçerse, Hasan Cemal vakasında olduğu gibi Yavuz Baydar için de Başbakan “benim dahlim yok! Kimseye şunu at demedim” diyecektir.
İnanırım ve yüzde doksan dokuz virgül doksan dokuz doğrudur!
Tamam da, bu hiçbir şekilde kendisinin çok ağır sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor.
Çünkü sözkonusu sorumluluk bizzat Recep Tayyip Erdoğan’ın kurduğu sistemden ve yarattığı atmosferden kaynaklanıyor!
***
BU sistem ulufe olarak ihale dağıtmak mükâfatından vergi cezası kesmek tehdidine, medya işverenlerinin önemli bir bölümünü iktisadi açıdan iktidara bağlamak üzerine kuruldu.
Atmosfer ise otoriterliği her geçen gün daha çok ayyuka çıkan ve bütün eleştirilere kapanan AKP önderinin yine her geçen gün tırmanan tehditkâr üslubuyla tahakküm kurdu.
Erdoğan tabii ki şu veya bu medya patronuna “şunu at” diye talimat vermeyecektir.
Fakat iktisadi çıkar leb demeden leblebiyi anlamayı zorunlu kıldığından da aynı patron yine tabii ki zarar göreceği kaygısıyla her muhalif sesi ya susturacak, ya kapıyı gösterecektir.
***
BU olgu geçmişteki devlet- burjuvazi ilişkilerinin de değişmediğini ortaya koyuyor.
Yani iktidar sosyolojik yapıyı dönüştürdü ama sözkonusu burjuvazi bugün de yine sözkonusu devletin lütufkârlığıyla palazlanıyor. Dolayısıyla da yine onun istediği rotayı tutuyor.
Başka bir deyişle, Türkiye’de basın özgürlüğünün tehdit altında olması aslında bizzat burjuvazinin de varoluş meşruiyetini tehdit altında hissetmesiyle atbaşı bir seyir izliyor.
Ve o burjuvazi o devletten özgürleşmek cesaretini göstermedikçe ilâhların gazabı biz gazetecilerin başında daha çok patlayacak ama kendisi de sandığı kadar emniyette olmayacak.
hadiuluengin@taraf.com.tr
Yorum Yap