- 20.12.2011 00:00
Ütopya... Büyülü bir ses var bu kelimede. Çağırıcı, kışkırtıcı... Küçük hayatımızın kirlerini temizlemeyi, kahramanca bir varoluşu vaat ediyor.
Ütopya ile romantizm arasında bir ilişki var. “Seviyeli” mi bilmiyorum, ama var bir ilişki.
Romantizmin, insan ontolojisinin derin katlarından beslenen; ona, hayata katlanma gücü veren kökleri olduğuna inanıyorum. Aklın emirlerini aşağılayan; “küçük çıkarların” etrafında örülen gündelik hayatı “yaşamak” saymayan; bir sevgiliye, bir arkadaş çağrısına, güneşin batışında bir tek iyi şiire bütün hayatını yakmaya hazır olan bir ruh, bize ne çok şey anlatır. Hepimiz “biraz” böyle olmak isteriz. Biraz da öyleyizdir zaten...
Fakat romantizm elbette bu değildir. Bir felsefe olarak ele alındığında, bizim gündelik duyarlılık güzellemelerimizi çok aşan bir derinliğe sahiptir. Aklın yanına değil tam karşısına duyguyu diken, insan yüceliğinin duygusal var oluştan geçtiğini savunurken aklın kurduğunu duyguyla yıkmayı erdemleştiren bir ruhu vardır romantizmin. “Aydınlanmış” Avrupa’nın, en geç “uluslaşan”, dağınık, ezik Alman toplumunda vücut göstermiş olması dikkate değerdir.
Tek tek insanların hayatında şık bir stil duygusu yaratan romantik jestler, bir felsefeye dönüşüp toplumları kuşattığında ve siyasetle buluştuğunda bir felakete dönüşebilir. Orada; sevgiliye, şiire hayatını silip atan “zararsız şövalyenin” yerini; bayrağa, millete, sınıfa, davaya adanmış; sadece kendi hayatını değil, karşısına dikilen her hayatı yakıp atmayı yücelten “coşkulu” bir “kutsallar toplumu” alır. Romantizmle Faşizm ve her türlü totalitarizm kardeştir. 1930’ların Almanya’sı, 1917 sonrası Rusya, Çin devrimi ve sonrası; romantizmin, bu toplumlarda bütün düşünsel-siyasal iklime egemen olduğu dönemlerdir.
Bu yıkıcı romantik siyasetlere hep bir “ütopya” eşlik etmiştir. Ulaşılması hayal edilen “yüksek” bir amaç... Ari ırkın, dünyada hak ettiği egemenliği ele geçirmesi. Eşitsizliğin, sömürünün olmadığı sınıfsız bir toplumun kuruluşu.
Toplumları harekete geçiren heyecanlı ütopyalardan hayırlı sonuçlar çıkmamıştır.
“Ütopya”nın başka bir yanı daha vardır.
Ütopya, aynı zamanda çok güçlü bir seçkincilik ima eder. Çünkü ütopya, yukarıda örneğini verdiğim nadir konjonktürler dışında toplumsallaşmaya elverişli bir düşünsel motivasyon değildir. Toplumlar hayaller peşinde koşmazlar genellikle. Çoğunluk, gündelik yaşantısını çevirebilmenin derdindedir. Hayatı asıl sürükleyen motivasyon, “küçük”, bireysel, gerçekçi taleplerdir. Bunu en iyi de “Sosyalist Ütopya”yı benimseyenler bilir. O nedenle sosyalist teori, bu bilincin (ütopyanın), yeni düzeni kuracak sınıflara “dışarıdan” verileceğini öngörür. Toplumun üstünde “çelik bir öncü parti” teorisi boşuna oluşturulmamıştır. “Ütopyacı”; siyaset alanını, toplumda var olan taleplerin yansıdığı, yarıştığı, ikna- güç- müzakere süreçleriyle çözümlendiği bir saha olarak tanımlamaz. Siyaseti, aydınlanmış olanın (ütopyaya inanmış olanın) karanlıkta kalanı aydınlatma etkinliği olarak tanımlar. Parti, esas olarak(sınıfın) var olan “günlük” taleplerini yansıtmakla değil, bu talepleri (ütopyayla) değiştirmekleyükümlüdür. Bu da “kendiliğinden sınıf olmak yerine, kendisi için sınıf olmak” gibi tumturaklı bir kavramla teorize edilmiştir.
Aslında siyasette “ütopya” kavramının bize doğrudan anlattığı şudur: “Biz, bir toplum düşlüyoruz. O toplum bugünkü topluma hiç benzemiyor. Bir hayal kadar uzak. Yani biz; bu toplumda, içinde olduğu ilişkileri fazla yadırgamadan sürdüren, günlük, basit talepleri için yaşayan çoğunluğa bir hayal kadar uzağız.”
Seçkincilik, bundan daha yüksek bir sesle ilan edilebilir mi?
Evet, ütopya güzellemesinin merkezinde, ne dersek diyelim çoğunluğun gündelik isteklerini ve yaşantı ufkunu küçümseyen bir misyonculuk vardır.
Merkezine ütopyayı oturtmuş siyaset anlayışından kolay kolay demokratlık çıkmaz.
Bu seçkincilik aynı zamanda onun açmazıdır da. Ütopyacı bu günün toplumunda kendine yer bulamaz. Hep sahte kalmaya mahkûmdur. Onun aklı ütopyasındadır. Her toplum kendisini küçümseyenle önemseyeni ayırt etme melekesine sahiptir.
Onun için düşüncem şudur: “Daha iyi bir toplumsal düzene ilerleyebilmek için yapılacak siyasetin ütopyaya ihtiyacı vardır” önermesi yanlıştır. Tek tek bizlerin ütopyaya ihtiyacı olabilir. O herkesin kendi bileceği iş. Ama siyasetin ütopyaya ihtiyacı yoktur. Ütopya siyasette tehlikelidir.
Daha iyi bir toplumsal düzen için yapılacak siyasetin vicdana ihtiyacı vardır.
Vicdan bugüne; bugünün somut sorunlarına dayanır. Şimdi, hemen burada, ertelemesiz çözüm talep eder. Vicdan, haklara araçsal yaklaşmaz. İlkesel yaklaşır.
Vicdan seçkinci değildir. Küçümsemez. İnsanların ne istedikleriyle hakiki bir ilişkisi vardır. O isteklerinden hareketle, onlara başka “daha üst” bir bilinç “aşılamaya” kalkmaz. Vicdan demokrattır. Daha iyi bir toplum için güvenilir bir referanstır vicdan.
İyi bir vicdan için “yüksek bir ütopyaya” sahip olmak şart değildir.
Evrensel değerlere yaslanan bir ahlak yeterli olabilir.
Tekrar pahasına şu küçük özete izin verin:
Kişisel dünyasını sistemin tamamını inkâr üzerine kurmuş radikal bir romantik, ya da uçuk hayalleri sıkıcı gerçeklere tercih eden bir fütürist; bana olduğu gibi çoğumuza da büyük ihtimalle sempatik gelecektir.
Sorun, bireysel yaşantılardaki seçimler değil.
Tehlikeli olan; ütopya ve romantizmin siyasetle buluştuğu yer.
Buluşup, vicdana dönüp “ seni biz temsil ediyoruz, senden daha önemliyiz, bize tabi ol”dedikleri yer.
Tarihte bu oldu. Ve biz o tarihin içinde yer aldık. Bütün sosyalistler.
Sadece iktidarların hizasında duranlar mı?
Kendimizi kandırmayalım.
Hele, bu gün de Leninciyim diyenler...
Yorum Yap