- 21.11.2013 00:00
Erdoğan’ın siyasi tutumlarının tartışılmasının, hak ettiği eleştirilerin esirgenmemesinin yararına inandığımı yazmıştım.
Gezi ve Öğrenci Evleri konusunun çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Gezi’yi; Erdoğan’ın “hayatın her alanına ilişkin, karışan- öğreten- isteyen- ahlak farklılıkları üzerinden diş gıcırdatan, azarlamayı seven” özelliklerinin yarattığı birikimin açığa çıkması olarak okuyanlar, kanımca tetikleyici motivasyon açısından yanılmıyorlar. İlk parlamada, işin kendiliğinden gelişen boyutunda, polis şiddetine duyulan infialle birleşen bu psikoloji bence de etkiliydi. Çünkü bu gençler, askeri vesayetin, ebeveynlerinin çoğunun bayıldığı Kemalist modernizmin ayrımcı, dayatıcı otoriter şiddetinden habersizler. Bugünü biliyorlar ve algıları büyük ölçüde kaybetmiş “beyazlar” dünyasının içinden oluştu.
Hayatta Kemalizm’le işi olmayan, siyaseti benim üzerimden izleyen ve pek de ciddiye almayan, şiddetten nefret eden oğlum, olayın ertesi günü hayatında ilk defa Kuğulu Park’a koşup polis gazı yemiş, üç gün sonra da Cumhurbaşkanı’nın açıklamasına gönderme yapıp “mesaj alınmıştır herhalde, bundan sonrasında niyet farklı” diyerek işine gücüne dönmüşse; Alper Görmüş ’ün kızı, bir aşamada işin rayından çıktığını görüp açık eleştirilerle terk edene kadar Gezi çadırlarında yaşamışsa; Mümtaz ’er Türköne’nin çocuğu Gezi’ci olarak anılmışsa, bu herhalde bizlerin ebeveyn olarak “ahlaklı çocuklar”yetiştiremediğimizden olmadı. Ya da; 10 yıldır benimle aynı telden çalan ve zaten çok az sayıda olan, asla İslamofobik diyemeyeceğim, Kemalist otoriterizmle hiçbir bağı olmayan, çok geniş manada solcu, fakat Marks- Lenin –Stalin-devrim gibi saplantıların kıyısında köşesinde durmayan, tereddütsüz “yetmez ama evet” diyerek bütün kendi mahallesiyle kavgaya tutuşmuş insanlar Gezi’yle savrulup gitmişse… Söyleyecek tek sözümüzün“Fabrika Ayarlarına döndüler”den ibaret kalmasını pek içime sindiremiyorum doğrusu. Asla, savruluşlarını onayladığım, hak verdiğim için değil. Şimdi onlarla çatışıyorum. Fakat bu çatışmanın bana Erdoğan üzerine de konuşma sorumluluğu yüklediğine inanıyorum.
Sorun, farklı kültür ve ahlak değerlerinin işlediği toplumsal yapıların olması. Bu ayrışma noktaları kızgınlık üretiyor. Başbakan’ın ataerkil üslubu da bir sosyolojiyi yakalarken diğerini iterek, bu gerilimin aşılmasından çok kışkırtılmasına yol açıyor.
Birileri yer kürenin orasında burasında bazı planlar yaptılarsa bu iklimi hesaba katarak yaptılar. Her boydan eski düzen çakalları seslerini yükseltirken bu sırt çantalı çocukların postuna sığınabildikleri için dişlerini gizleyebildiler, totalitarizm aşığı kıyıda köşede kimsesiz kimliksiz kalmış devrim romantikleri hayatlarının bu deminde ummadıkları heyecanı bu çocuklardan eylem çalıp ellerine yüzlerine bulaştırarak yakaladılar.
Fakat bu yazıda benim üzerinde duracağım konu bu değil. Çünkü, Başbakan’ın ataerkil söylemlerini topyekun “büyük hata”ya da “otoriterizm” olarak kodlayıp, sözü kestirip atmak, işin çok kolayına kaçan ucuz bir tutum olur. Bırakalım onu öfke ve nefretten kendini kaybetmiş iflah olmaz koro yapsın.
Bizim, bu tutumu analiz etmeye, anlamaya, tartışmaya ihtiyacımız var. Bir siyaset tarzı olarak kategorik biçimde anti-demokratik ilan etmek yerine ayıklamalar yapmaya, muhafazakâr kültür realitesine kayıtsız kalmayan bir bakış geliştirmeye çalışmalıyız.
Bu noktaya tekrar döneceğim…
Başbakan’ın Gezi politikasını neden eleştirdiğime geleyim.
Birinci eleştirim: Gezi çadırlarının sabaha karşı saldırılıp yakılması, eylemcilerin dövülmesi karşısında gelişen ilk protestolara çok sert bir dille ve aşağılayarak tepki göstermesi vahimdi. Polis şiddetinin haksız ölçülerde olduğunu kabul eden sözlerini etkisizleştirecek, inandırıcılığını ortadan kaldıracak derecede vurgularını eylemcilerin haksızlığı ve değersizliği üzerine kurdu.
Bunun üzerinde durmak gerekir. Sadece eylemin kitleselleşmesine katkıda bulunan politik bir hata olduğu için değil. Asıl önemlisi, Başbakan’ın kafasındaki “meşruiyet kodlarının” demokratik bir düşünce dünyasıyla bağdaşmadığı, ataerkil referanslara işaret ettiği için bunu tartışmak gerekir. Başbakan protesto eyleminin ancak kanunların (o da bizim gösteri ve yürüyüşleri düzenleyen acayip kanunlarımızın) izin verdiği en etkisiz biçimde yapılmasını meşru kabul ediyor. Kavram dünyasında “sivil itaatsizlik” yer almıyor. Mevcut hukuku çiğneyip çiğnemediği bile tartışmalı olan, en azından bir yargı sürecine muhtaç bulunan (o da olsa olsa sulh ceza mahkemesi alanına girecektir) parka çadır kurma eylemini yaratıcı ve tolere edilebilir bir protesto olarak nitelemiyor. Taksim meydanının nasıl düzenleneceğine en çok oyu almış partinin başkanı ve başbakan olarak kendisinin karar verebileceğine, Belediye Başkanları dahil en meşru otoritenin kendisi olduğuna inanıyor. “Milli İrade” kavramı burada, çoğunluğun seçimlerde oy vermesini yeterli sayan ataerkil otoritenin her tasarrufunda topluma yönelttiği baş eğme çağrısının dolaysız meşru kaynağı işlevi görüyor.
Tartışma çok hoş karşılanmıyor. Sivil dünya, danışılacak, ikna edilecek bir alan olarak görülmüyor. Bunlar, iktidarın işlevini aşındıracak, icraatları gereksiz yere zorlaştıracak yöntemler olarak kabul ediliyor. Çoğunluk kabul ediyor ya da kayıtsız kalıyorsa, kabul etmeyen azınlığı dinlemek, onları ikna etmeye çalışmak otoritenin bir sorumluluğu değil zaafı olarak yorumlanıyor.
Kuşkusuz bu sertliğin ardında sadece demokratik zihniyet eksikliği değil, aynı zamanda bir politik okuma yatıyor.
Fakat…
Burada durmak zorundayım. Bizim sitenin yazı uzunluğu sınırı yok. Fakat, uzun yazıların insanı sıktığını en azından kendimden biliyorum. Bu yazı ise bu haliyle bile çok uzun. Söyleyeceklerimin başındayım. Devam edeceğim.
Serbestiyet girişiminde selam gönderen, cesaret veren herkese buradan teşekkürler…
Yorum Yap