- 10.10.2012 00:00
Son on yılda olanlar üzerine yürütülen tartışmalarda AKP’nin dönüştürücülüğü üzerine çok söz söylendi. Dönüşümün destekçileri bu süreçte muhafazakâr kesimleri Batı’nın modern değerleriyle barıştıran bir nitelik buldular. İslami referanslarla düşünen geniş kesimler, ilk kez temsilcisi saydıkları bir siyasi elitin sesi aracılığıyla, Avrupa’nın bir parçası olmanın değerli bir yönelim olduğunu, demokrasinin uzak ve kuşku duyulan bu evrene ait bir kavram değil Müslümanları da kapsayan evrensel bir medeniyet ölçüsünü ifade ettiğini, insan haklarının önemini düşünür oldular. Böylelikle“Milli Görüş” paradigmasının temel kabullerinin terk edildiği bir düşünsel iklimin yeşerdiğine tanık olduk. Milliyetçiliğin törpülendiği, komşuların dost kabul edildiği, militarist koşullanmaların gölgelendiği, sivil ve barışçı bir dil gelişmeye başladı. Kuşkusuz eski ile yeni iç içe geçmişti ve yaşanan değişim ılımlı bir evrimi temsil ediyordu. Fakat kısa sürede oldukça radikal politika değişimlerini mümkün kılan yeni bir meşruiyet alanı açıldığı da bir gerçekti. Devletçi- milliyetçi- militarist ideolojik hegemonya yıllarını balık hızıyla unutmayanlar, Kıbrıs politikasında, Kürt açılımında, Ermenistan’la denenen yumuşama girişimlerinde yaşananların olağanüstülüğünü reddedemezler.
AKP için, iktidar mücadelesi yürüttüğü bu yıllarda Batı dünyasının desteği çok önemliydi. Bu parti, temsil ettiği sınıfların dünyaya açılma arzusuyla Batı’nın Ortadoğu’da modernlikle barışık güvenilir bir Müslüman ülke arayışını buluşturma misyonunu üstlendi. Biz bu yönelimin hem istikrar hem de refahın artışı açısından olumlu sonuçlarını görmekle kalmadık; aynı zamanda demokratik değerlerin de toplumda yayıldığına tanık olduk. Her şeyin tartışılabilir olduğu, tabuların kırıldığı bir ortam oluştu.
Bu iktidar misyonunun esas olarak “medeniyetler arası gerilim” koşullarından doğduğunu görmek gerekir. Ortadoğu ve daha da ötesi İslam dünyasıyla etkin bir ilişki üzerinden Batı’yla barışık bir köprü oluşturmak formülüne hayat veren şey bu gerilimin kendisidir.
Bu formülün bir dönem getirisini cebine koyan Türkiye, şimdi değişen koşullar altında riskini yaşıyor.
AB hedefinin iyice silikleşmesi, kapıya dayanmış savaş riski ve bütün bunlara eşlik eden (pekâlâ bir savaş ideolojisini temsil edebilecek) Türk-İslam düşüncesine yöneliş belki tek başına AKP’ye ya da kimi yazarların savunduğu gibi Erdoğan’ın başkanlık hevesine bağlanamaz. Evet, tek başına onlara bağlanamaz ama önünde sonunda bu ülkenin kaderini belirleyecek kararları verecek olan da bu siyasi elit.
AB’nin ilişkilerde ayak diremesi ve içine sürüklendiği kriz nedeniyle çekim gücünün sarsılması, Müslüman dünyayı kışkırtan provokasyonlara sahne olması, öte yandan beklenmedik biçimde ayaklanan bölge halklarının (seçilen misyona bağlı olarak) iktidarı taraf olmaya zorlaması... Bütün bunlar “medeniyetler arası gerilim” üzerinden küresel rol arayan iktidarın dışında oluşan yeni koşullara işaret ediyor. Fakat ne olursa olsun bu karmaşık koşullar hükümet politikalarının eleştirilmesini haksız kılmaz. Karşı karşıya olduğumuz yeni ideolojik söylemlerin ve politikaların açık tehlikesini küçümsemek, bunları “muhafazakârlığın beklenen ve kabul edilebilir bir sonucu”olarak olağanlaştırmak, hatta “ahlak” üzerinden doğru ve haklı ilan etmek bana kabul edilebilir gelmiyor.
Bu tutumda, başta özetlediğim olumlu dönüştürücülük dönemine takılı kalmış bir psikoloji buluyorum.
Konuştuğumuz şey savaş. Hem de Ortadoğu’da. Mezhepsel, etnik boğazlaşmanın kalbinde. ABD’nin devasa askerî gücünü yığdığı ve sonuçta yüzbinlerce sivilin boğazlanmasından başka bir şey elde edilemediği bir coğrafyadan söz ediyoruz. Dünyanın bütün devlerinin taraf olduğu bir kriz üzerine konuşuyoruz. Batı’nın güç kullanmaya uzak durduğu ise açık bir gerçek. Türkiye kontrol edemediği silahlı, çok parçalı bir muhalefete aşırı angaje oldu ve beklemediği kadar yalnız kaldı. Biz şimdi, Merkel’e parmak sallayan, bize Alpaslan’ın, Yavuz Sultan Selim’in kahramanlıklarını anlatan bir Başbakan dinliyoruz. Sonra dönüp birbirimize “başka seçenek yoktu” diyoruz.
Bir askerî müdahalenin insan ölümlerini bitireceğini bu kadar kendinden emin ileri sürebilmek; krizin büyük bir cinnete dönüşüp akıl almaz yıkımlara yol açmayacağından kuşku duymamak en azından benim havsalamın alacağı bir rahatlık değil. Her “savaşa hayır” sesine Esad’cılık yakıştırmak, “aman dikkat” diyene “steril demokrat” diye çullanmak hiç uygun bir üslup değil. Savaş riskini kapıya getiren bu günkü sürüklenişin hiçbir alternatifinin olmadığını ileri sürmekse, ancak politika denen insan etkinliğinin sayısız seçenekler alanından oluştuğunu görmeyecek kadar kendini taraf kılmakla mümkün. “Ahlak”ın sopasıyla esip gürlediğimiz konu insan hayatı.
Ve kaç hayat üzerine konuştuğumuzu hiçbirimiz bilmiyoruz.
ozaltinli@gmail.com
Yorum Yap