- 3.10.2012 00:00
AKP kongresinden ülke sorunlarına ilişkin radikal açılımlar bekleyenler hayal kırıklığına uğradı. Erdoğan’ın yaklaşık iki buçuk saat süren konuşmasında Kürt sorununa, anayasa çalışmalarına, demokratikleşme hedeflerine yönelik yeni sözler işitmedik. Oysa dağıtılan “Vizyon Belgesi”inde önemli sayılabilecek reform vaatleri yer alıyordu. Erdoğan, neredeyse hiç birisine değinmedi. O, özenle seçtiği bir coğrafyaya “selam göndermek” için tam 28 dakika ayırmayı tercih etti. Tuhaf değil mi?
Kongrenin tartışılmaya değer asıl anlamını da bu ele veriyor. Sanırım, Erdoğan’ın önderliğinde buluşan siyasi elit, daha işlevsel saydıkları bir “vizyon”un gölgelenmesini istemedi. Evet, burada Başbakan’ın iyice kültleştirilmesine dönük bir mühendislik aklı işletilmiş. Muhafazakâr blokta oluşan iktidar rekabetinde Erdoğan’ın açıkça ağırlık koymasının bütün izleri göze batıyor. Ancak lideri yüceltme ritüelleri kadar burada öne çıkan temanın niteliği üzerine düşünmek gerekir. Bu vizyon, yalnızca pragmayla da açıklanabilecek bir yönelim değil. Yeni elitin ontolojik kodlarında kökleri olan, kendilerini içtenlikle bu misyonun taşıyıcısı olarak tanımlayabilmelerine imkân tanıyan bir kültürle ilişkili.
Erdoğan ve arkadaşları, yeni dönemde iktidar stratejilerini kurarken, oyunun muhafazakâr sosyoloji üzerinden şekilleneceğine karar vermiş görünüyorlar.
AKP’de, bu ülkenin esas hamurunu geleneksel sosyolojinin değerlerinin ve kimlik tanımının oluşturduğuna dair güçlü bir inanç var. Bu sosyolojinin bugün geldiği noktada dünyaya ve modernleşmeye ilişkin kendine özgü bir tahayyülü olduğunu ve bu tahayyülün pek de Batı’cı laik modernlerin tasavvuruna uymadığını düşünüyorlar. Dayandıkları tabanın Osmanlı’ya ve Müslüman âleminin dayanışmasına asla laik modernler gibi kapalı olmadığını biliyorlar. Bu taban,“Medeniyetler arası gerilimi” ruhunda hissediyor ve duruşunda bir tereddüt yok. Kendi yaşantılarının ve hassasiyetlerinin hor görülmesiyle özdeşleştirdikleri Cumhuriyet’in “ulus-devlet”paradigmasıyla tatmin olmaları için bir neden de yok. Osmanlı’nın “şanlı egemenliğini” hatırlatan ve İslam’ı hor gören Batı karşısında İslam medeniyetinin temsiline çıkartılan bir kimlik çağrısı bu sosyolojinin kayıtsız kalacağı bir ses değil. Yeter ki gündelik hayatlarını, yükselen konforlarını tehdit etmesin bu çağrı. Sanırım, gerçekliğine fazlaca güvenilen analiz böyle şekilleniyor.
Erdoğan ve ekibi, Cumhuriyet’in ulus-devletiyle hiçbir zaman barışık ve tatmin olmayan; bu kimliğin Batı karşısındaki ezikliğe cevap olmadığını hisseden bu nüfusun iç dünyasını iyi tanıyor. İyi tanıyor çünkü tam da onların içinden geliyor. Erdoğan, bu İslam damarı üzerinden küresel bir güç olma çağrısına Alpaslan’ı ekleyerek; kendisini Türklük üzerinden tanımlayanlara da, içe kapanmacı“sol anti-emperyalist millicilikten” ya da lokal ırkçılıktan çok daha inandırıcı bir davet çıkarttığına inanıyor. Böylelikle, temsil alanını genişleteceğini düşünüyor.
Bu vizyonla; ne son derece lokal bir ırkçılığın sınırlarında dolaşan MHP milliyetçiliği, ne de tepeden tırnağa elitizmle sakatlanmış, demode bir anti-emperyalizm söylemi üzerinden Kemalist ulusçuluk taslayan CHP geleneğinin baş edemeyeceğinden emin oldukları anlaşılıyor. Çok da haksız değiller.
Kısacası, Erdoğan ve onun kesin otoritesiyle şekillenen siyasi elit ideolojiye abanmaya karar vermiş görünüyor.
Fakat gözden kaçırdıkları şey şu: AKP, Erdoğan ve ekibinin içinden geldiği damarı çok aşan, giderek merkeze açılan bir kitle partisi. Bu süreç, statükocu sosyolojiyi iktidarın dışına itmekle kalmadı onu alternatif olmaktan da çıkardı. Bu görünen bir gerçek. Ama görünmeyen gerçekler de olabilir. Bugün AKP’yi destekleyen geniş kesimlerin, Erdoğan’ın o çok güvendiği ideolojik çağrılara zannettiği kadar gözü kamaşmayabilir. Kuşkusuz bu ideolojik vurguların güçlü bir çağrıcılığı var muhafazakâr dünyada. Fakat, aynı değerlerin neden daha ılımlı bir bileşimi geçersiz olsun? Neden bu hassasiyetlerle Batı’nın demokratik değerlerinin sentezi bu tabanda cevap bulmasın? Kendisini İslam dünyasına kapatmayan, Batı’nın da içinde ve kişilikli bir parçası olarak tanımlayan bir muhafazakâr vizyonun bu tabanda güçlü bir yankı bulmayacağından nasıl emin olacaklar? Giderek otoriterleşen bu “vizyon”a, muhafazakârlardan ciddi bir itiraz gelmeyeceğini nereden biliyoruz?
İslam dünyasının liderliğine oynamak, Batı’yla ilişkisini bu güce yaslanarak kurmak, asla söylendiği kadar kolay bir formül değil. “Medeniyetler arası gerilimin yumuşatıcısı” rolü doğru bir seçenek. Fakat gelen kokular, bu rolün Batı ayağının küçümsendiği yönünde. İslam dünyasına aidiyetin aşırı abartılabileceği endişesi yaratıyor. Batı’nın bu siyaseti nasıl karşılayacağı, vereceği tepkilerin Erdoğan’ı iktidara taşıyan sınıflar üzerinde yaratabileceği etkiler herkes için meçhul. İçeride ise, eleştirileceğini çok iyi bilmesine rağmen, neredeyse kapris denebilecek bir tutumla kongresinde medyaya akreditasyon uygulayacak kadar demokrasi tartışmalarını önemsemeyen, kendi otoritesinden emin olan bir liderlik neden hazmedilsin?
Şu bir gerçek: Modern Türkiye’nin tanımadığı yeni bir deneyimle karşı karşıyayız ve laik sosyoloji buna alternatif geliştirecek bir hazırlığa sahip değil.
Ancak meydanın, otoriterleşen siyasetlere, Türk-İslam ideolojisine teslim olacak kadar da boş olduğunu düşünenler yanılıyor olabilir.
ozaltinli@gmail.com
Yorum Yap