- 19.09.2012 00:00
Tarihçi Cemil Koçak Cumhuriyet’in eğitim politikalarında “başarılı” olduğunu söylerken kuşkusuz haklıydı. Sayın Koçak bu sözüyle, elitist otoriter modernleşmeciliği kutsayan tek tip insan oluşturma amacına dönük, milli eğitimin yarattığı tahribata dikkat çekmek istiyordu. Biz, farklı düşünceleri bastıran otoriter bir devletin ideolojik aygıtlarının, kuşakların zihnini nasıl teslim aldığını oldukça geç fark ettik. Gerçekten de, “Makbul” yaşam tarzını ve ideolojik kabulleri tanımlama otoritesine sahip merkezin, kendi varlığını onaylatma mekanizmasının başında kurumsal eğitim geliyor. Bu tedrisattan geçenler, sadece “aydınlanmış” olmakla kalmıyor aynı zamanda “çevre”den “merkez”e geçmenin ayrıcalığına kavuşuyorlar. Böylelikle eğitim, otoriter modernleşmeciliğin toplumsal taban“devşirmesinin” de başlıca mekanizmasını oluşturuyor.
Ancak, geçerken söylemek gerekir ki, Sayın Koçak’ın bu “başarı” tesbiti bir ironiyi ima ediyor. Kuşkusuz Koçak da, Şerif Mardin’in imamın öğretmeni “yendiğini” söylerken işaret etmeye çalıştığı gerçeğin farkında. Cumhuriyet çoğunluğu kazanamadı. O, sadece çoğunluğu yönetti. Bu gün“Cumhuriyet’in değerleri” diye söze başlayanların konumu, otoriter modernleşme projesinin ne durumda olduğunu göstermeye yeter. Türkiye modernleşmeden vazgeçmedi. Fakat modernleşmenin bugün aldığı yön, hiç de kurucuların haleflerinin ayrıcalığı ve denetimi üzerinden yürümüyor. Merkez yer değiştirdi. Tedrisattan geçenler iktidarsızlaştı.
Bu iktidarsızlaşma sürecinin yarattığı endişe ve kızgınlıkla tedrisatın yüklediği ideolojik kodlar buluşunca, ortaya vahim savrulmalar çıktı.
İktidarsızlaşma sürecinin en sert ve belirgin muharebesi Ergenekon’un tasfiyesi operasyonuydu. Yeni güçler, bu kriminal odağı etkisizleştirmeden siyasi iktidarı elde edemeyeceklerini gördüler. Devletin en kirli, ahlaken ve hukuken en kabul edilemez yüzünü yansıtan bu yapının tasfiyesi, bütün statü blokunu harekete geçirdi ve şiddetli bir direniş gösterildi. “Tedrisat”tan geçenlerin bu çatışmaya aşırı angaje olduğunu izledik. Bu çatışma, statü blokunun kendi içindeki farklı renklerinin tamamen silikleşmesine, meşruiyeti olmayan aynı karanlık alanda bütünleşmelerine yol açtı. Biz, Gladyo mağduru “solcu”larla, kendisine “sosyalist” diyen kimi çevrelerin, bizzat Gladyo ve CHP merkeziyle aynı siyasi dilde buluştuğuna tanık olduk.
Ben bu sürecin barolar üzerindeki etkisine içeriden tanık olanlardanım. Geleneksel olarak kendisini“sol” kimlik üzerinden tanımlayan avukat çoğunluğu tam bir seferberlik ruhuna sürüklendi. Kişisel rekabetin hiç eksik olmadığı, her zaman çok parçalı bir yapı özelliği gösteren bu “sol” camia, aralarında Silivri’ye en hararetle sahip çıkanların etrafında birleşti. Öyle ki, Ankara’da her zaman kendi üstünlüklerini önemseyen “sosyal demokrat” dar çevreler aralarındaki rekabeti tamamen terk ettiler. Eski yol arkadaşları, ılımlı demokrat özellikler taşıyan bu günkü Barolar Birliği Başkanı Ahsen Coşar’a olan desteklerini çektiler. Yıllarca aynı siyasi çatı altında sosyalizmi savunan avukatlar, aralarından bir ismin adaylığı karşısında, ona liberal özellikler yükledikleri için, karşısında duranMetin Feyzioğlu’nun yanında yer aldılar. İstanbul ve İzmir’de de Silivri dostlarının güçlendiğine tanık olduk. Öyle ki, İstanbul gibi dev bir merkezde, her ikisi de Ergenekon operasyonlarında aktivist enerjisiyle tutuklanan paşalara destek olan adaylar ayrı listeler olarak seçimlere katıldılar ve en çok oyu onlar aldı. Bugünkü başkanın en yakın rakibi de kendisinden farklı değildi.
Barolar deneyimi bize, açıklamaya çalıştığım savrulmanın “eğitimliler” üzerindeki vahim sonuçlarını gösterir.
Avukat çoğunluğu zaten hiçbir zaman bu ülkede bütün yargı mekanizmasını kuşatan ideolojik dünyanın dışında olmamıştı. Üzerine konuştuğumuz tedrisat onların otoriter devletçi yargı karşısında sivil toplumun sesi olmasına izin vermemişti. Aynı ideolojik zeminde duran, farklı cüppeler giyen“Cumhuriyet elitleri” ile karşı karşıyaydık. Fakat hiçbir zaman da köhnemiş rejimin en karanlık çekirdeğinin hamiliğine soyunmamışlardı. Kader onları buralara taşıdı. Büyük kırılmanın altında kaldılar.
Ancak işin daha da vahim yanı şu: Majör siyasetin elitleriyle “taban” arasında, böyle kırılma anlarında bir faz farkı oluşuyor. Siyaseti yukarıdan okuyanlar, manevra gerekliliklerini daha erken görüyorlar, daha süzülmüş bir akıl işliyor ve esneyebiliyorlar. Oysa bir dönemin çatışma psikolojisi içinde şekillenmiş çoğunluk taşlaşıyor. Bugün de buna tanık oluyoruz. CHP merkezi farklı bir dil kurmaya çalışıyor. Oysa minör iktidarlar, taşlaşmış tabana daha yakınlar. Orada farklı, katılaşmış bir psikoloji işliyor. Baroların da görüntüsü bu. Siyasette daha aşağılardan itibar devşirenler kolay değişmiyor.
Baroların genel kurulları dönemine girdik. İstanbul Barosu başta olmak üzere, baroları sürüklendikleri aşırı statü angajmanından kurtarmaya çalışan çabalar güçleniyor.
İşleri hiç de kolay değil. Fakat ben değişim yönünde harcanmış hiçbir emeğin karşılıksız kalmayacağına inananlardanım.
Baroları; evrensel hukuk adına, insan hakları adına, her türlü ayrımcılığa karşı toplum adına konuşan saygın kurumlar hâline getirmek gerekiyor.
Bunun için sicili buna uygun güvenilir insanların inadına ihtiyaç var. Ve onlar cesurca ortaya çıkıyorlar.
Yolları açık olsun.
ozaltinli@gmail.com
Yorum Yap