Sosyolog Dr. Şener Ayata Türkiye ve Dünyada Yolsuzluk ve Yozlaşma Üzerine Söyleşi

Sosyolog Prof. Dr. Sencer Ayata ile “Türkiye ve Dünya, Toplum ve İnsan” başlığı altında yaptığı söyleşinin  ‘yolsuzluk’ ve ‘yozlaşma' başlıklı bölümü:

Sosyolog Dr. Şener Ayata Türkiye ve Dünyada Yolsuzluk ve Yozlaşma Üzerine Söyleşi
16.05.2022 - 01:49
Haber Merkezi
4702

T24'den Netin Kaan Kurtuluş'un, Harvard ve Oxford üniversitelerinde misafir akademisyen olarak bulunan, CHP milletveli sosyolog Prof. Dr. Sencer Ayata ile “Türkiye ve Dünya, Toplum ve İnsan” başlığı altında yaptığı söyleşinin  ‘yolsuzluk’ ve ‘yozlaşma' başlıklı bölümü:

- Hocam yine elimizdeki sıcak bir veriden devam edelim. Türkiye, Yolsuzluk Algı Endeksi’nde son 10 yılın dibinde. 180 ülke arasında 96. sıradayız. Sırbistan ve Arjantin gibi adı yolsuzlukla özdeşleşmiş ülkelerle aynı sıradayız. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Uluslararası yolsuzluk endekslerinde Türkiye’nin puanı ve dünya sıralamasındaki yeri hızla düşüyor. Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün her yıl açıkladığı Yolsuzluk Algısı Endeksi var. Türkiye AKP’nin iktidara geldiği 2001 yılında dünya ülkeleri arasında 54’üncü sırada. 2021’de ise 96’ıncı sıraya kadar gerilemiş. 2013’te puanı 50. Bu puan 12 puan azalarak 38 puana kadar düşmüş. İlk 10 sırada yer alanlar demokratik ülkeler. Puanları 100 üstünden 80-90 arası. Tam tersine otoriter popülist olarak tanımlanan ülkelerin çoğunun puanlarının 30-40 arasında. Yani en üsttekilerin ancak yarısı kadar. Bir ülkede insan hakları ve demokrasi geriledikçe o ülke yolsuzluk algı endeksinde aşağıya doğru yuvarlanıyor. Çünkü otoriter rejimler, iktidar elitlerinin, güçlü adamların tam kontrolü altına giriyor. Siyasi iktidarlar kamunun kaynaklarını istedikleri yerlere, istedikleri biçimde aktarıyor. Karşısında hesap soracak kimse, denetleyecek güç bırakmıyorlar.

- Yolsuzluk denince halk arasında en çok rüşvet anlaşılıyor. Ama günümüzde medyada en çok konuşulan konu ‘iktidar ve yandaşlar’ ilişkisi. Yolsuzluk deyince neyi anlamalıyız?

Yakın bir zamana kadar yolsuzluk rüşvetle neredeyse eş anlamlıydı. Rüşvet denince en çok vatandaşla yüz yüze gelen görevlinin ya da onun üstünün işi yapma karşılığında aldığı hediye, para vesaire anlaşılıyordu. Tabii daha üst düzeylerde de rüşvet karşılığı iş yaptırma da söz konusuydu.

Günümüzde vatandaşın merkezi yönetim ve belediyelerle işi katlanarak arttı. Ama bu tarz yolsuzluk azaldı. Bir kere rutin işlemlerin çoğu elektronik ortamda hallediliyor. Dahası şöyle bir gözlemimi aktarayım. AKP iktidara geldiği ilk yıllarda vatandaşa iyi hizmet vererek yanına çekmeye çalışıyordu. Bu amaçla küçük rüşvetle mücadele etmeye çalışıyordu. Ama aynı zamanda işe alımda adam kayırma, yani torpil de artmaya başladı. Araştırmalar bu konunun günümüzde gençler için en önemli konu haline geldiğini gösteriyor. Gençlerin büyük bölümü bugünkü düzeni torpil düzeni olarak görüyor. İşe almada yetkinliğe, donanıma, birikime pek bakılmıyor.

Yolsuzluk en genel anlamda kamusal yetkinin ve gücün kamu yararı dışında kullanılması demek. Birçok alanda politikacılar ve kamu görevlileri yetkilerin, kuralların, hatta kanunların dışına çıkarak yakınlarını kolluyorlar. Kendilerinden olmayanları dışlıyorlar. Akraba kayırma, ahbap kayırma, rant aktarma... Topluma ait olan kaynakların kişisel menfaat, ya da bir kesim için siyasi destek sağlama amacıyla kullanılması. Diyelim kamu bir yatırım yapacak. Orada değil burada olacak. O şirket değil bu şirket yapacak. Kamunun ihtiyacını o tedarikçi değil bu tedarikçi karşılayacak. Tercihi belirleyen siyasi güçle iktidara yakın piyasa aktörleri arasında çok yönlü çıkar ilişkileri oluşmuş durumda. Bu ilişkilerin yaygınlaştığını, verilen örnekleri, medya üzerindeki kısıtlamalara rağmen duymadığımız, okumadığımız gün yok gibi.

- Bu soruyu hem Türkiye hem de dünyadan farklı örneklerle ele alalım istiyorum: Yolsuzluğun en yaygın olduğu alanlar hangileri?

Ne öne çıkıyor diye soracak olursak, kamu ihaleleri diye yanıt vermek mümkün. İhaleler konusu yerel yönetimlere ilişkin de konuşuluyor ama çoğu merkezi hükümetle ilgili. Bu nedenle yolsuzluk deyince akla öncelikle kamu kurumları ile özel kesimin buluştuğu alanlar geliyor. Yani kamunun mal ve hizmet alımları ile çoğu inşaat alanında büyük çaplı kamu ihaleleri. Burada belli başlı üç sorun var. Alımlar olsun, ihaleler olsun, şeffaf olarak yapılmadığı belirtiliyor. İkincisi, tercihli firmalara verilmesi ki tercihler kişisel ya da siyasi kriterlere göre belirleniyor. Üçüncüsü, ortaya çıkan maliyetlerden kamunun büyük zarara uğradığını gösteren açıklamalar. Tabii bu listeye, yatırım kararlarını, teşvik düzenlemelerini de eklemek mümkün. Siyasi amaçla yatırımların ve teşviklerin en uygun yerlere değil ayrıcalıklı kimselere ve yerlere kaydırılması gibi. Diğer yandan, para piyasalarında spekülatif oyunlara ilişkin iddialar da yaygın.

Belki de hepsinden önce kentsel rantlar konusunun altını çizmek gerekli. Sıkça yapılan ve giderek devletin üst karar organlarına kaydırılan imar planı değişiklikleri bu kapsamda yer alıyor. Yer, kat, yoğunluk gibi araçlar vasıtasıyla arsa fiyatlarının artırılması ve bundan kollanan kimselerin yararlandırılması. Ve tabii özelleştirmeler, kamu tesislerinden doğal kaynaklara kadar. Bu yoldan kayırılan özel kuruluşlara genellikle değerinin çok altında saptanan fiyatlarla büyük servetler aktarılması. Bunların sonucu hâliyle, maliyetlerin artması, hak edenlerin dışlanması, sistem yozlaşması.

- Yolsuzluk ve yozlaşma hangi yöntemlerle hayata geçiriliyor? Bunları ayakta tutan mekanizmalar nedir?

Bu konuda yazan Çiğdem Toker başta olmak üzere araştırmacı gazeteciler var. Tüm kısıtlamalara rağmen önemli bilgiler sunuyorlar. Bakıyorum bunlara yanıt da gelmiyor. Çok sayıda yöntem var ama şu üçü öne çıkıyor gibi. Bir kere, Kamu İhale Kanunu. AKP iktidara gelmeden önce Avrupa Birliği müktesebatıyla uyum çerçevesinde bir yasa çıkartılmıştı. Yasanın ilk halinde bu madde kapsamında yalnızca beş istisnaya yer verilmişti. Hâlihazırda bütün alfabe tamamlandı. Yasanın neredeyse tüm sınırlamaları ortadan kaldırıldı. İktidar ihaleye çıkmak bir yana kimseye duyurmadan istediği firmaya istediği ihaleyi verebiliyor. Hem de büyük ihaleleri. Hiç değilse haftada bir bunlara ilişkin bir haber okuyoruz.

İkincisi, Kamu İhale Kanunu'nun 21'inci maddesinin b bendi. Bu madde afet, yangın, öngörülemez büyük felaketler ve idarenin öngöremediği durumlar için konulmuş. Maksat mağdur olan vatandaşların mağduriyetinin vakit kaybetmeden giderilmesi. Konut, yol, köprü, okul vesaire. Yasa yetkili otoriteye ilana çıkmadan, ilgili alanda uzmanlaştığı kabul edilen şirketleri, işletmeleri davet ederek pazarlık usulü ile gerekli işleri yaptırma olanağı sağlıyor. Bu ihaleler ve alımlar ilan edilmiyor. Hesap da sorulmuyor. Yatırımların maliyeti kamuoyu ile paylaşılmıyor.

ÜçüncüsüKamu Özel İşbirliği projeleri. Bunlar devasa boyutlara ulaştı. Altyapı projeleri, şehir hastaneleri, enerji projeleri gibi. Bu sözleşmeler de büyük ölçüde gizli. Kamuoyuna açıklanmıyor. Bu sözleşmelerde döviz kuru üzerinden yıllar süren büyük ödemeler yapıldığı biliniyor. Son yapılan bir açıklamaya göre sekiz büyük çaplı proje için 22 milyar lira maliyetin üstüne 32 milyar ek ödeme yapılacakmış verilen teminat üzerinden. Böylece projelerin toplam maliyeti 2,7 katına çıkıyormuş. Bunlar vatandaşların vergileriyle karşılanıyor.

Kamu kaynakları büyük ölçüde böyle bir sistem çerçevesinde dağıtılıyor. Tabii bunlarla da kısmen ilişkili olmak üzere arazi tahsisleri, ucuz krediler, teşvikler vesaire var. Devlet alımlarının ve devlet ihalelerinin iktidara yakın firmalara verilmesi büyük maliyet artışlarına yol açıyor. Haksız rekabete, haksız kazanca ve kaynak israfına neden oluyor. Uluslararası Şeffaflık Örgütü bu tür durumları, “emanet edilen bir gücün kişisel çıkarlar için kötüye kullanılması” olarak niteliyor. Bunu önlemek için devletler halktan toplanan kaynakların nasıl harcanacağını belirleyen kurallar oluşturuyorlar. Demokrasi ve hukuk devleti geleneğinin yerleşmiş olduğu ülkelerde bu tür savrulmaları önlemeye yönelik kurallar ve kurumlar daha güçlü. Hükümetler seçimlerde vatandaşlara, diğer zamanlarda parlamentoya, yargıya, medyaya, sivil topluma sürekli hesap vermek zorunda kalıyorlar.

- Türkiye’de geçmişten günümüze bir yolsuzluk incelemesi yapacak olursak AKP, seleflerine göre nasıl bir çizgide?

Çok başlığı içine alan bir yozlaşmadan söz ediyoruz. Farklı büyüklükte, yoğunlukta, yaygınlıkta, derinlikte, çeşitlilikte. Hepsi yasa dışı değil kuşkusuz ama meşru da değil. Deniyor ki bunlar bu iktidara özgü değil, her zaman oldu, her yerde vardı. Doğru ama her yerde ve her zaman aynı içerikte, aynı çapta ve aynı biçimde değil. Son 20 yılda nitelik ve nicelik bakımından önemli değişiklikler oldu. Birkaç ana eğilimden söz etmek mümkün. Birincisi, yolsuzluk yaygınlaştı. İkincisi, büyük çaplı yolsuzluklar belli alanlarda toplanmaya başladı. Üçüncüsü, gerek özel sektörde gerekse siyasette ve bürokraside üst kesimlere doğru çıktı. Dördüncüsü, siyasi ve ekonomik elitler arasındaki sınırlar muğlaklaştı. Böylece yolsuzluk ağları genişledi ve yoğunlaştı.

Söz konusu kaynak dağıtım ve yönetim biçimi mevcut siyasi iktidarın ayakta kalması, gücünü konsolide etmesi, ömrünü uzatması ile eş anlamlı hâle gelmiş durumda.

- Yolsuzluk ile iktidarın niteliği arasında nasıl bir ilişki var?

Türkiye’de siyasi rejim giderek otoriterleşti. Bu süreç son altı yılda perçinlendi. İlk aşamada 2016-2018 yılları arasındaki OHAL ve bu tarihten itibaren gelen başkanlık sistemiyle. İktidarın niteliği bu süreçle birlikte düşünülmeli. En önemli gelişme devlet tarafından dağıtılan kaynaklarının neredeyse bütünüyle devlet başkanının yetkisi ve inisiyatifine bağlı hâle getirilmesi. Bütçeyi dahi TBMM değil, başkan yapıyor. İkincisi, hükümetin kamu kaynaklarını nasıl kullandığını denetleyen kurumların etkisizleştirilmesi. Bu alan tamamen yürütme gücünün denetimi altında.

Ama biraz daha geçmişe gidebiliriz. Bu ölçüde yetkiye sahip olmadığı dönemde de AKP iktidarı Türkiye’yi çoğunlukçu bir anlayışla yönetmeye başlamıştı. Sandıktan çıktığını, tek başına milli iradeyi temsil ettiğini ve bu nedenle aldığı kararlara kimsenin itiraz etmemesi gerektiğini savunuyordu. Nitekim parlamentodaki büyük çoğunluğa dayanarak istediği kararları alıyordu.

Aslında bu model Türkiye’ye özgü değil. Gelişmekte olan ülkeleri elinde tutan popülist iktidarlar benzer bir çizgi izliyor. İktidarı kendi elitlerini, yandaşlarını zenginleştirmek için kullanıyorlar. Son yapılan Macaristan seçimlerinde en çok konuşulan konulardan birisi buydu. Yani Başbakan Orban’ın son yıllarda yakınlarından oluşan yeni bir ekonomik elit sınıf yaratması. Yalnız Orban değil, Rusya’da Putin, Hindistan’da Modi, Filipinler’de Duterte, Brezilya’da Bolsonaro... Devletin kontrolünü alan popülist liderler siyasi patronaj sistemini başlıca kaynak dağıtma biçimi haline getiriyor. Siyasi iktidarlar ellerinde ne varsa kimseyle paylaşmadan hepsini işlerine geldiği gibi dağıtıyorlar.

Bu sistemde iktidar tarafından kollanan bir çevreye büyük imtiyazlar veriliyor. Kollanan sermaye kesimi ihaleleri alıyor, yaratılan rantlardan yararlanıyor, hatta çeşitli örnekleri görüldüğü gibi kamusal denetim ve yargı süreçleri dışında tutulabiliyor. Yetki aşımına gidildiği yerlerde hukukun üstünlüğü tamamen ortadan kalkıyor. Özel çıkarlarla kamu çıkarları, bürokrasi ile parti, ekonomik elitlerle siyasi elitler iç içe geçiyor. Günümüzde bu kesimler siyasi iktidarın değişmesiyle ekonomik avantajlarını ve siyasi ağırlıklarını kaybetme korkusu içinde. Sonuçta siyasette başarı ölçüsü yolsuzluğu yönetme sanatına dönüşüyor. Böyle olunca iktidar elitlerinin ekonomik çıkarları ile ulusun ekonomik çıkarları birbiriyle çelişik hatta tamamen zıt hale gelebiliyor. Toplumda dayanışma ve adalet duygusu sarsılıyor.

- Siyaset bilimi eğitimi alanlara genelde yozlaşma ve yolsuzluğun demokratik sistemin ‘kanseri’ olduğu söylenir. Birçok ülkede buna karşı denetim mekanizmaları bulunur. Türkiye’de durum nasıl? Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin nasıl bir etkisi oldu?

Denge ve denetleme mekanizmalarının zayıflatılması bu tür uygulamalara ilişkin hesap sormayı zorlaştırdı. Anayasa değişiklikleri sonucu yürütme, başka demokrasilerde görülmesi mümkün olmayan olağanüstü yetkilerle donatıldı. Yasama yetkilerine de önemli ölçüde ortak oldu. Öylesine ki bütçeyi bile parlamento dışında ve parlamentoya rağmen yapabiliyor. Kısacası siyasi güç aşırı derecede merkezileşti. Siyasi iktidar zaten parlamentoda da çoğunluğa sahip. Böylece zayıflatılan yasama gücünün denetim yetkisi fiilen ortadan kalkmış durumda. İkincisi, siyasi iktidar yargı üzerindeki denetimini de artırdı. Siyasi iktidarın yakınları cezalara karşı korunup kollanırken, muhalefete yakın iş insanlarına cezalar yağdırılıyor. Devletin uygulamalarını ve harcamalarını inceleyen ve denetleyen BDDK, Sayıştay, DDK gibi özerk kurumlar işlevsizleştirildi. Yargının üst organlarında olduğu gibi bu kurullara atamaları zaten siyasi iktidar ve başkan yapıyor. Sivil toplumun sesi kısıldı, medya çıktıları büyük ölçüde iktidarın kontrolünde. Muhalefet yolsuzluk sorunlarının üzerine gidiyor. Ama hukukun işleyişe uydurulduğu ya da baypas edildiği ve demokratik denge ve denetlemelerinin önemli ölçüde tasfiye edildiği bir ortamda itirazlar fazla ses getirmiyor. Sonuçta sistem usulsüzlükle, yolsuzlukla, haksız kazançla adeta özdeşleşiyor. Ama bunun siyasi iktidar için de ağır bir maliyeti var. Çünkü adaletsizlik algısı arttıkça, toplumda güven de zayıflıyor, yönetimin ve sistemin meşruiyeti de sarsılıyor.


Editör: M. AKAY