- 10.07.2016 00:00
Siyasi otoritenin kararıyla bir köy, dikenli tellerle ortadan ikiye bölünür.
Yaşanmış bir öyküden esinlendiği söylenen bir Sinan Çetin filmidir; PROPAGANDA. Olayın yaşandığı yıl; 1948. Başrollerinde, Metin Akpınar, Kemal Sunal ve Meltem Cumbul'un oynadığı film, tıpkı Aziz Nesin öyküleri gibi, hem güldürür hem de düşündürür. 1999'da vizyona giren film, iki de ödül almıştır.
Filmde; gümrük memuru Mehdi ve çocukluk arkadaşı Rahim, yıllardır bir arada yaşayan köy halkı, aradaki sınır yüzünden dostlarını, aşklarını ve hayata duydukları inancı yitirirken siyasi ve politik oyunların parçaladığı hayatlar, trajikomik bir şekilde gözler önüne serilir.
Benzer bir filmi, Suriyeli bir aktörden seksenli yıllarda izlemiştim. Arap ülkelerindeki sınırların saçmalığını, insanların duygusal olarak da bölünmüşlüğünü, mizahi bir tarzda anlatıyordu. (Al Hodoud/Hudut filmin adı)
Propaganda filminde, köyü ikiye bölen otoritenin gücünden ve buna karşı koymanın imkânsızlığından bahsedilir. Otoritenin, örülen dikenli telle birlikte daha önce bir/lik olan insanlardan bazılarına değişim yaşattığını, daha bencil ve düşmanca tavırlar takınmasına da nasıl sebep olduğunu şaşırarak izliyorsunuz.
Filmin vizyona girdiği yılın tarihsel bir önemi vardı. Bu tarihe kadar bayramlarda, insanlar ellerinde diyafonlarla, sınırın diğer tarafındaki akrabalarına derdini anlatıyor, hal hatır soruyordu; bağır çağır. 1999'da yapılan anlaşma ile tel örgüler arkasındaki bayramlaşma görüntüleri tarihe karışmış ve akrabalara idari izin verilerek kucaklaşmaları ve ev ziyareti gerçekleştirmeleri sağlanmıştı.
Hele de sınırların çizildiği yıllarda, geleneksel kalabalık aile yaşamını düşünecek olursak, gözümün önüne büyükçe avlusu olan, çok odalı evin ortadan bölünmesi gelirdi. Yanımızdaki bahçeli ev birden komşu ülkenin sınırına ait oluvermiş; teyzem belki de amcamı görmek için pasaport gerekmiş derdim!
Kim, neye göre ve hangi hakla çizivermişti bu sınırları desek de biliyorduk, tıpkı Sinan Çetin filmindeki gibi o otoriteye nasıl boyun eğdiğimizi. Birinci Cihan harbi, milliyetçilik akımları ve Osmanlı'nın parçalanmasıyla, bu noktaya gelinmişti. İngiltere ve Fransa marifetiyle, tam yüz yıl sorunlardan gözümüzü açamayacak şekilde, güney sınırımız kendi çıkarları doğrultusunda çizilmiş.
Buradaki halklar mağdur olmuş, önemli mi! Arabistan, Kürdistan, kuzeyde Lazistan vb. Her bölgenin tabii bir sınırı ve adı vardı. Buralara valiler atanırdı. Aslında bir çeşit eyalet sistemi. Etnik unsur üzerine kurulu olmayan bir devlet. Sorunsuz mu, elbette hayır. Bu konulardaki detaylar çokça yazıldı-anlatıldı. Konjonktürel nedenler, 19.yüzyılda yaşanan çeşitli akımlar, devrimler ve bunların takip edilememesi, zamanın ruhunu okuyamamak gibi özetleyebiliriz.
Ancak, parçalanarak sorunlu sınırların çizilmesi yerine, doğal bir süreç izlenme şansı olsaydı, dönemin diğer imparatorluklarından biri olan Büyük Britanya gibi, şimdi yaşanılan sancıların daha asgari düzeyde olacağı kanısındayım. Sadece Türkiye için değil tüm Ortadoğu halkları için.
Arap ülkelerine bakıldığında, tüm amcaoğullarına petrol yatakları minik emirlikler olarak dağıtılmış, halkın büyük çoğunluğu yine yoksulluk sınırına yakın yaşıyor. Suriye ve Irak gibi devletler ise tamamen suni. 1500'lü yıllarda ikiye bölünmüş Kürtler, bu defa dörde bölünerek adeta yok sayılmışlar. Bunu kendi adıma hep merak eder dururum. Onca irili ufaklı Arap ülkesi, İngilizler tarafından desteklenirken, neden dört parçadan hiç birine bir ülke verilmemiş? Türkiye sınırları içinde kalanların, İtilaf Devletleriyle aralarında yapılan bir anlaşmanın etkisi diyelim; ya diğer üç parça?
Sınırları çizmenin dışında, kendi geçmiş tarihlerindeki mezhep kavgalarını da bölgeye ihraç etmenin yollarını bulmak, o dönem için oldukça kolay olmalı. Şu dönemde bile kaşınan mezheplerin, nasıl savaş nedeni olacağını görüyoruz. İran gibi, mezhebini varlık nedeni gören köklü bir devlet orada dururken, diğer mezhepler ve çatışmaya teşne dinsel ve ideolojik bağnazlığın hâkim olduğu bu coğrafyada, emperyalizmin, böl-parçala-yönet stratejisi yüzyıldır etkili oldu.
Sonuç; kendimi bildim bileli, kan ve ölümün hiç eksilmediği bir coğrafya. Filistin-İsrail çatışmasının dışında, Lübnan gibi harika bir ülkeyi mahveden iç savaş, İran-İrak; ABD/İngiltere'nin Irak'a girmesi, son olarak, Suriye iç Savaşı.
Suriye… 500 bin insanın vahşice, Esed tarafından öldürüldüğü, milyonlarca insanın, yurtlarından olduğu, bebek cesetlerinin kıyıya vurduğu, sizin benim gibi sıradan insanların, dayanılması zor dramıyla yüz yüzeyiz.
Üç milyon mülteci misafirimiz ve başımızın üstünde yerleri var. Batı ülkelerindeki gibi her mültecinin, belli şartları karşıladıktan sonra, vatandaşlık talebi tabii bir hak. Bunun kararını da verecek olan, sağcı-solcu faşistler değil, ülkenin istihbarat birimleri ve ilgili bakanlıklar olacaktır. ( Şartlar belli, ayrıca rakam da 3 milyon değil, isteyen ve koşullara uyan olacak.)
Ahirete inanan sağcılar, yeryüzünün herkese ait olduğunu söyleyen sosyalistler, sınıfta kaldınız! Suriyeliler, bizim Kürt, Türkmen ve Arap akrabalarımız oluyor efendiler.
Bizim, bizden ve hatta sizden daha fazla bizden; bir susun ya utanıyoruz artık sizden!
Yorum Yap