- 13.03.2016 00:00
Çocukluğumdan sıkça kullanılan bir deyim vardı. “Sümen altı etmek.” Bu çok kabullenilmiş ve olağan bir şey olmuştu. Biri, bir işinin geciktiğinden söz edince, klasik cevapdı “sümen altı edilmiştir!” Bu gecikmeler, beklentilerin yerine gelmemesi, hafızalarımızda yer ettikçe, “bizden bir şey olmaz, bizimkiler yapamaz, burası Türkiye, böyle gelmiş böyle gider” diyerek, kanıksadığımız hayatlarımız sürüyordu.
Politikacılar hep konuşuyor, birbirlerine laf sokuyor ama sorunlar da gittikçe büyüyordu. Sonra Özal ile bir hareketlenme başladı. Dünya Bankası geçmişi ve aynı zamanda DPT'den gelen tecrübesiyle iktisadi kalkınmaya ve serbest piyasa ekonomisine önem verdi. O zamanlar da yine malum çevrelerin eleştiri ve direnişleriyle karşılaşıldı. Ancak; Özal, ideolojinin sinir uçlarına dokunmadan önce yapılması gerekenleri yaptı. Ekonomiyi dışa açtı, girişimcilik, hür teşebbüs ve medya konularında bugünkü altyapıyı oluşturdu.
Sonra bir İstanbul hikâyesiyle başladı hizmet ve değişimin daha bariz olan rengi. Devletin ötekileştirdiklerinden biriydi ve üstelik “çağdaş(!)” da olmayan bir ailesi vardı. Özal'a göre şeraitçi tarafı korkutucuydu ve ne pahasına olursa olsun başarılı olmaması gerekiyordu.
Ancak; sümen altılardan bıkmış halk, çöp, su, elektrik, yakıt gibi asgari hizmetlerden bile yoksunken, hazine bulmuş gibi oldu ve bir daha da bırakmadı bu makus talihini değiştirme sinyali veren kahramanını. Bazı çevrelerin, bu tercih nedenini asla okuyamamaları, nispeten bu hizmetlerin eksikliğinin daha az hissedilir yerlerde yaşamalarındandı. Fakat; asıl neden beklenilen başarının, cahil ve gerici buldukları bir kesimden gelmiş olmasının sinir bozucu olmasıydı. Yıllarca aldıkları eğitimde anlatılan çağdaşlık kriterleri ve rol modeller bir anda ters yüz olmuştu.
Derken; başlandı sümen altı sorunlar bir bir çözülmeye. Önce; çözümlere el atanların akıbeti iyi bilindiğinden, kaygan zemin düzeltilmeli ya da paten kaymayı bilmeliydi. Ve galiba ikisi de gerekiyordu. AB perspektifi, bu zemini en azından daha az kaygan hale getirmek için iyi bir araçtı ve başarıyla kullanıldı. Bu malum kesimin, paranoyalarını da bir ölçüde azaltıcı bir etki yapıyordu. Öyle ya; şeriatçı bir yapı, ne diye AB'ye girmek için uğraşacaktı. Ancak, statükonun karnına karnına çalışınca, kıyamet kopmaya başladı. Sadece içeride değil, dışarıda da Ortadoğu için belirlenen şablonun dışında bir model oluşuyordu ve bunu takip edeceklerin yolu kesilmeliydi. Mısır darbesi ve dolaylı Tunus müdahaleleri bunlara örnektir.
İnsan bazen içinde yaşarken, değişimi fark edemeyebiliyor. Bu yüzden, yurtdışında yaşayanlar, ülkeye ziyarete geldiklerinde birçok şeyi daha iyi görebiliyor. Aslında, tipik nefretçiler dahi, birçok şeyi görüyor ama kendilerinin “tabii yapacak, yapmak zorunda, eskiden para mı vardı, konjonktürel nedenler vs.” diyerek müzmin yerlerini koruyorlar.
İktisadi olarak, bireysel haklarda, yaşam standardı ve kalitesinde, sağlık, imar, ulaşım ve telekomünikayonda kimsenin inkâr edemeyeceği gelişmeler oldu. Tüm bu süreci, sürekli polemikle geçiren bir muhalefet, yeminli nefretçiler ve karşıtlar, bir eksiklik ya da aksaklık karşısında yapmaları gereken eleştiriler yerine, hep bir kişi üzerinden kin kustular. Bu da sadece onların değil, tüm ülkenin daha iyi hizmet almasına engel oldu. Çünkü, Hükümeti destekleyen insanlar için de artık, eksiklik ya da aksaklıklar değil, bu “devirmeci-darbeci” kişilere karşı, özgürlüklerini ve aynı karşıtların tabiriyle “yaşam tarzlarını”müdahale edenlere karşı korumak zorundaydılar. İşte galiba, asıl sorun buydu.
Bir “yaşam tarzı” konusuydu, tüm çekişmenin ana fikri. İşin ilginci, bu argümanı ilk ortaya atanlardı, “ötekinin” yaşam tarzına engel ve yasaklar koyan. Belki de bir çeşit suçluluk psikolojisi ya da, gücü ele geçirince yine aynı şeyi yapmanın doğallığına inanmış olmalarıydı.
Öyleyse, karşı taraf da bunu yapmalıydı! Sorulduğunda böyle bir şeyle karşılaşıp karşılaşmadıkları, asla somut yanıtlar alınamıyor, şüphe ve kaygılarından bahsediyorlar. Somuta inip, yaşam tarzı tercihlerinin aynen devam ettiğini, bazı bilimsel çalışmalarla muhafazakarlığın artmadığını hatta, dindarların bile sosyal yaşamda sekülerleştiğini de söyleseniz ikna olmuyorlar.
Ne yaparsanız yapın, en çaresiz kalınan noktada, klişelerine sarılıyor, Atatürkçülük, çağdaşlık edebiyatlarının yanı sıra, diğer karşıtlarda bazı gerçekleri çarpıtarak, diktatör ve demokrasi karşıtı bir yapıyla savaştıklarını söylüyorlar. Ortak bir paydada buluşmak neredeyse imkânsız oldu.
Artık yönetenlerce rastgele konuşmak yerine, sosyal psikolog ve sosyologlarla istişare yapılıp, bazı davranış kalıpları ve diyaloglarla yeni yollar aranabilir. Çözüm için, çeşitli spot, reklam ve grafitilerle slogana alışmış bu kitleye ulaşmak mümkündür belki de. Ezberlesek de hala uzlaşamadığımız kavramları bırakıp, solcuların devrim hülyalarının yanında bendeniz de nezaket sloganları atsam, çok mu romantik bulursunuz!
Saygı ve nezaket, birlikte yaşamanın tutkalı olamaz mı sizce de!
Yorum Yap