- 9.03.2013 00:00
Başbakan Erdoğan'ı anlıyorum. Siyasi hayatının en çetin ve en riskli projesinin en kritik aşamasında...
Üstelik de parlamentoda yapayalnız... MHP açıktan, CHP sinsi bir biçimde sürecin başarısızlıkla sonuçlanması için elinden geleni ardına koymuyor. BDP deseniz, (son tutanak olayında da ortaya çıktığı gibi) ne zaman ne yapacağı belli olmayan güvenilmez bir partner. Bu süreçte tek dayanağı olan geniş muhafazakâr kamuoyu büyük dalgalanmalar yaşıyor. Umutla endişenin, öfkeyle itidal eğilimlerinin iç içe geçtiği karmaşık bir ruh hali içinde ve bu ruh halinin mutlaka ama mutlaka akıllı bir biçimde yönetilmesi gerekiyor.
Onun, bu sürecin nasıl üzerine titrediğini; bir şey olacak diye yürek çarpıntıları içinde korumaya çalıştığını görüyorum. O kadar önemli ve o kadar kırılgan bir sorunla uğraşıyor ki, bu sorunun çözüme ulaşması dışında her şeyin tali, her şeyin önemsiz ve ihmal edilebilir olduğuna inanıyor.
Ve bir de samimi olarak şöyle düşünüyor: Ben bu kadar doğru ve bu kadar önemli bir iş yaparken, nasıl olur da bazıları muhalefete kalkabilir! Nasıl olur da böyle bir konuda herkes ağız birliği, ruh birliği, davranış birliği içinde olmaz!
İşte, "Batsın gazeteciliğiniz" lafının ya da "milli yayın politikası" talebinin arka planında bütün bunlar var.
Var olmasına var da, bu durum söylenen lafların vahametini ortadan kaldırmıyor.
Bu ülkeyi "milli politikalar" mahvetti
Çetin meseleler gündeme geldiğinde "milli yayıncılık" yapılmasını isteyen ilk başbakanın Erdoğan olmadığını biliyoruz. Aslına bakarsanız, askeri vesayet döneminde, TSK ve onunla ters düşmeyi göze alamayan siyasiler, Türkiye'nin bütün önemli siyasi meselelerini "milli siyaset" haline getirmişler ve hepsi için "milli bir yayın çizgisi" izlemesini istemişlerdi.
Örneğin, dış politika bütünüyle milli bir siyasetti, dolayısıyla milli bir yayıncılık yapılmalı, yani bütün yayın organları Milli Güvenlik kurulundan çıkan kararlar ya da Kırmızı Kitap'ta yazan politikaların dışına çıkmamalıydı.
Kıbrıs, milli politikaydı; Kürt meselesi bütünüyle milli politikaydı; "Milli" eğitim politikalarımız, "milli" tarih politikalarımız vardı. Diyelim, 1915 Ermeni olaylarında neyin savunulacağı kimi büyükelçilerimizin devlet tezlerini toparladığı kitaplarda yazılmıştı. Basına ve aydınlara düşen bu temel tez üzerinde "çeşitlemeler"yapmaktı yalnızca...
"Milli politika" denen şey hep, herhangi bir meseleyi siyaset alanının dışına çıkarmanın adı oldu bu ülkede. Bütün temel sorunların on yıllar boyunca kitlenmesinin, çözülememesinin en temel sebebi oldu.
Özetle, bu ülke hiçbir şeyden çekmedi milli politikalardan çektiği kadar...
Şimdi Erdoğan, farkında olarak ya da olmayarak, "İmralı süreciyle ilgili milli bir yayın politikasının izlenmesini" isteyerek, bu kronik hatayı tekrarlamış oluyor.
Oysa sözünü ettiği konu, yani hem şiddetin nasıl durdurulacağı konusu hem de Kürt sorununun çözümü, tamamen siyasetin konusu olan meseleler ve bu konularda farklı kesimlerin farklı siyaset izlemelerinden, farklı düşünmelerinden, bu farklılıkların gazete sayfalarına yansımasından daha normal bir şey yok.
Bu beladan kurtulacaksak ancak geçmişte yapmadığımız şeyi yaparak; yani bu süreci siyasetin konusu haline getirerek, kafa göz yara yara da olsa tartışarak, hatta sıkı kavgalar ederek çözebiliriz. Durumun gerektirdiği hassasiyeti takdir yetkisini özgür basının özgür yöneticilerine bırakmak dışında bir şansımız yok. Onların ne kadar sorumlu ya da ne kadar sorumsuz davrandıklarını nihai olarak değerlendirecek olan da okuyucularıdır.
Zor ama mümkün olan tek yol bu..
.
Onun, bu sürecin nasıl üzerine titrediğini; bir şey olacak diye yürek çarpıntıları içinde korumaya çalıştığını görüyorum. O kadar önemli ve o kadar kırılgan bir sorunla uğraşıyor ki, bu sorunun çözüme ulaşması dışında her şeyin tali, her şeyin önemsiz ve ihmal edilebilir olduğuna inanıyor.
Ve bir de samimi olarak şöyle düşünüyor: Ben bu kadar doğru ve bu kadar önemli bir iş yaparken, nasıl olur da bazıları muhalefete kalkabilir! Nasıl olur da böyle bir konuda herkes ağız birliği, ruh birliği, davranış birliği içinde olmaz!
İşte, "Batsın gazeteciliğiniz" lafının ya da "milli yayın politikası" talebinin arka planında bütün bunlar var.
Var olmasına var da, bu durum söylenen lafların vahametini ortadan kaldırmıyor.
Bu ülkeyi "milli politikalar" mahvetti
Çetin meseleler gündeme geldiğinde "milli yayıncılık" yapılmasını isteyen ilk başbakanın Erdoğan olmadığını biliyoruz. Aslına bakarsanız, askeri vesayet döneminde, TSK ve onunla ters düşmeyi göze alamayan siyasiler, Türkiye'nin bütün önemli siyasi meselelerini "milli siyaset" haline getirmişler ve hepsi için "milli bir yayın çizgisi" izlemesini istemişlerdi.
Örneğin, dış politika bütünüyle milli bir siyasetti, dolayısıyla milli bir yayıncılık yapılmalı, yani bütün yayın organları Milli Güvenlik kurulundan çıkan kararlar ya da Kırmızı Kitap'ta yazan politikaların dışına çıkmamalıydı.
Kıbrıs, milli politikaydı; Kürt meselesi bütünüyle milli politikaydı; "Milli" eğitim politikalarımız, "milli" tarih politikalarımız vardı. Diyelim, 1915 Ermeni olaylarında neyin savunulacağı kimi büyükelçilerimizin devlet tezlerini toparladığı kitaplarda yazılmıştı. Basına ve aydınlara düşen bu temel tez üzerinde "çeşitlemeler"yapmaktı yalnızca...
"Milli politika" denen şey hep, herhangi bir meseleyi siyaset alanının dışına çıkarmanın adı oldu bu ülkede. Bütün temel sorunların on yıllar boyunca kitlenmesinin, çözülememesinin en temel sebebi oldu.
Özetle, bu ülke hiçbir şeyden çekmedi milli politikalardan çektiği kadar...
Şimdi Erdoğan, farkında olarak ya da olmayarak, "İmralı süreciyle ilgili milli bir yayın politikasının izlenmesini" isteyerek, bu kronik hatayı tekrarlamış oluyor.
Oysa sözünü ettiği konu, yani hem şiddetin nasıl durdurulacağı konusu hem de Kürt sorununun çözümü, tamamen siyasetin konusu olan meseleler ve bu konularda farklı kesimlerin farklı siyaset izlemelerinden, farklı düşünmelerinden, bu farklılıkların gazete sayfalarına yansımasından daha normal bir şey yok.
Bu beladan kurtulacaksak ancak geçmişte yapmadığımız şeyi yaparak; yani bu süreci siyasetin konusu haline getirerek, kafa göz yara yara da olsa tartışarak, hatta sıkı kavgalar ederek çözebiliriz. Durumun gerektirdiği hassasiyeti takdir yetkisini özgür basının özgür yöneticilerine bırakmak dışında bir şansımız yok. Onların ne kadar sorumlu ya da ne kadar sorumsuz davrandıklarını nihai olarak değerlendirecek olan da okuyucularıdır.
Zor ama mümkün olan tek yol bu..
.
Yorum Yap