- 28.01.2012 00:00
Uludere köylüleri yeniden “kaçağa” gitmişler... Bu sefer gündüz gözüyle gitmişler; “yanlış anlama”olmasın diye...
Çünkü 34 insana, cana rağmen, geride kalanların hâlâ umutları var, yaşayabilmek için...
Emir-komuta zinciri içinde, etkili ve yetkililerin eşgüdümü (ya da koordinasyonu) içinde, plan ve program dahilinde, Heron’larla, bombardıman uçaklarıyla, askerî olarak gayet “etkili” ve “başarılı” bir biçimde gerçekleşen operasyonun ardından, belki bu kadar sofistike olmayan bir nefes alma kanalı kalmıştır diye belki...
Irak’ta, Pakistan’da, Afganistan’da insan avlayan Gringo’ların (Yankee’lerin, Top Gun’ların)“başarılarını” TV’lerdeki siyah beyaz radar görüntülerinde “Yeah man!”, “OK boys!” gibi kutlama nidaları eşliğinde gördüğümüz gibi, herhalde radarlarından ya da ısı duyarlı başka birtakım alet ve edevatlarından yerde hareket halinde olan “insan şekillerini” (yani “hedefleri”) onikiden vurmak üzere eğitilmiş pilotlar bu sefer çıplak gözle “insanları” görürler diye belki...
Nasıl bir duyguyla tekrar yollara çıktılar acaba? Nasıl bir duygudur onlarınki? 34 kişinin öldürüldüğü yere vardıklarında etraftaki izleri görünce ne hissettiler? İçlerindeki korkuyla nasıl baş ettiler? Ya dahangi güçlü duygu içlerindeki ölüm korkusunu bile aşabilecek bir güce sahip?
Tam olarak hiçbir zaman bilemem ben o duyguyu. Ama Uluderelilerin ve bu memleketin Kürtleri içinhayat ve ölümün ne kadar iç içe olduğuna dair bir şeyler olmalı. Ölümün içinde hayat; hayatın içinde ölüm...
Modern ve ehlileştirilmiş dünyaların net bir biçimde ayırdığı hayat ve ölüm Kürt coğrafyasında el ele, kol kola... Hayata tutunmak için, ölümü uzağa, hastanelerin alt katlarındaki morglara, cenaze levazımatçılarına, belediyelerin “çok organize” mezar hizmetlerine bırakan bir dünyadan baktığımız zaman, ölümün Kürt coğrafyasında neden bu kadar “gündelik” olabildiği hakkında yeteri kadar kafamız basıyor mu?
“Her canlı bir gün ölümü tadacaktır” gibi, “mutlaka” ama “belirsiz” bir zamanda gelecek ölüm değil burada söz konusu olan... O “bir gün”ün, her an “bir saat” olarak da gelebileceğini tecrübe ettiler Kürtler.
Kürtlerin hafızasında ölüm sadece hastanede, evde, trafik kazasında, morgda falan karşımıza çıkan bir şey değil... Ahirete inanmayan bir dünyadan bakıldığında görünen bir “yokluk” da değil. Onların önemli bir kesiminin hafızasında ölüm, gerçekten, kelimenin tam anlamıyla bir “yokluk”... Sevdiğin bir insanın alenen “yok olması”... Yani yası tutulabilen bir ölüm bile değil... Ölü beden bile yok... “Bir yerlerde” gömülü belki... “Belki”... O kadar...
Ölüm ve hayatın bu kadar iç içe olması demek belki şu demek: asit kuyusunda erimiş ve geriye artıkları, bir-iki damatlık elbise parçası, bir-iki kemik kalmış bir beden bulmayı ummak... Ve JİTEM’in marifetleri ortaya çıktığında, topraktan kafatasları ve kemikler fışkırdığında, koşa koşa gidip, ölüsünü bulmaya çalışmak... “Artık mezarı belli olacak” diye sevinmek belki...
Devlet devamlılık demektir; en azından devamlı olduğunu anlatmak zorundadır. Bizim “yüce devletimizin” devamlılığı ise asla su götürmez. Ürettikleri söylemlerle nakarata dönmüş darbeleriyle, faili meçhulleriyle, silahlı operasyonlardan kurtulanlara dönük yargı operasyonlarıyla, yargıdan kurtulanlara dönük silahlı operasyonlarıyla devletimiz kolay kolay pes etmez. Sadece Kürt mevzuunda değil, düşman gördüğü herkesi alt edebilmek için, kafaya taktığı zaman, inatla sonuna kadar gider. Hrant için yaptığı gibi...
Aykırı gördüklerini ıslah etmekten vazgeçmeyen devlet, hayat ve ölümün anlamlarını tamamen kaydırmış durumda... Düşünsenize, öldürmek için planladığı operasyona bile “Hayata dönüş operasyonu” adını veriyor.
Ve şimdilerde “Hayata dönüş” sefaletinin 28 Şubatçı ayağı, yani dindar tutuklulara yönelik “Noel baba operasyonu” da devam ediyor. 14 yaşında Çeçenistan için yapılan bir eyleme katıldığı için idamla yargılanıp, 10 yıl hapis yatan Yakup Köse ve arkadaşları için eziyet yeniden başlıyor.2000 yılında hapishaneleri tutukluların başlarına geçiren “hayata dönüşçüler”, içeriden sağ kurtulanları “isyan ettiler, kamu malına zarar verdiler” diye dava ediyorlar! Geçen sene, zaman aşımından düşmüş olan davayı savcı Yargıtay’a götürüyor. Aynı davanın başka bir ayağından ise Bandırma 2. Asliye Mahkemesi Yakup Köse dâhil 32 kişiyi yedi yılla 11 yıl arası değişen cezalara mahkûm ediyor.
Yani yargı marifetiyle Yakup Köse’nin “çocukluğunu çalan” devlet, şimdi de “iki kızının çocukluğunu çalmak istiyor”. Yakup Köse, tahliye edildikten sonra kendine nihayet bir hayat kurmuşken, cezası onaylanırsa, bunca yıl hukuksuz bir şekilde yattığı cezaevine geri dönecek...
Yakup Köse’yi gerçekten hayata döndürebilecek miyiz?
ferhatkentel@gmail.com
Yorum Yap