- 17.02.2016 00:00
Tepeden tırnağa savaş dilinin hegemonyası altındayız. Bunu söylemenin neredeyse hiçbir faydası yok ama gene de söylemeye devam etmekten başka çare yok. Ve bu sözleri dile getirdikten sonra da, bu dilin kader olmadığını, bu dilin işaret ettiği ruh halinin de içinden çıkılmaz bir hal olmadığını da hatırlamak gerekiyor.
Öncelikle, belli ki, klasik ve de geleneksel bir Türk deyişiyle, sadece “üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla çevrili” olan Türkiye’de sahnelenmiyor bu dil ve dilin somut savaş halleri...
Belli ki, Suriye’nin merkezinde olduğu bir dünyada Rusya, Ukrayna, ABD, Fransa, IŞİD, Türkiye, PKK, PYD, Irak ve Irak Kürdistanı, İran, Suudi Arabistan, Yemen, Mısır, İsrail, Filistin şeklinde uzayıp giden ve çok değişen güç ilişkilerinin dünyasındayız.
Çok yönlü, çok değişkenli, çok bilinmeyenli bir denklem bu...
Mesela, Putin’in Çeçenistan’ı fethinden sonra, Ukrayna’yı da ele geçirme girişimlerine Rusya’nın meşhur “sıcak denizlere inme” fantezisi de eklenince dünyanın şu anki savaş ve gerilim konjonktürüne yaptığı katkının hakkını vermek gerekir.
Ya da Türkiye’nin YPG’yi adeta bir iç mesele gibi görmesi de örnek gösterilebilir. Türkiye’de karar vericilerin ve dolayısıyla “savaştan korkmayanların” terörist olarak gördükleriIŞİD gibi bir örgüte karşı savaşan ve bu alanda öyle görünüyor ki, başarılar kazanan YPG işlerine gelmiyor ve kendi ülke sınırlarının ötesine bombaları yolluyor.
İttifaklarda ahlâk?
Bütün bu güçler arasında tutarlı kamplaşmalar ya da taraf olmalar yok; bugünkü çıkar hesaplarınız, dün ittifak kurduğunuz gücü satmanıza, ya da onun sizi satmasına sebep olabilir.
Bu hesaplaşmalar sadece birinci derecede görünen hedeflere ulaşmayı da içermiyordur büyük ihtimalle... Yaptığınız her hamle aslında başka bir güce mesaj vermek ya da şantaj yapmak gibi ikinci dereceden hamleler içerebilir.
Dolayısıyla içine daldığınız savaş hallerinde, karşılıklı konuşan aktörlerin şeffaf olma zorunluluğu da yoktur. Her ne kadar “savaş hukuku” gibi diplomasi kitaplarında güzel-beylik laflar olsa da, aslında savaşın ruhunun hakim olduğu bir konjonktürde “ahlâk” da yoktur...
Mesela, savaşın ruh halinin şimdilerdeki barometresine baktığımızda, kendi topraklarında okulları, hastaneleri, sivilleri bombalayan Suriye gibi bir düşmana karşı Yemen’deki okulları, hastaneleri, sivilleri bombalayan Suudi Arabistan gibi bir dostumuz var.
Savaş hali “hatların karışmasına” neden olur; bütün milliyetçi söylemlerine rağmen devlet bütün halkın devleti olmaktan çıkar. Çünkü savaşın karmaşıklığından, düşmanların ve dostların arasındaki sınırların çok müphem olmasından ötürü, içerisi ve dışarısı birbirine karışır. Devlet sadece kendi ürettiği savaş dilinin mantığını veya mantıksızlığını ya da çoklu mantığını (yani her halükârda haklı olduğunu gösterecek mantıklarını) izlemeyi kabul etmiş insanların devleti olur.
İsrailli polis, taş atan Filistinli çocukların kollarını kırar; “terörist” olarak bellenen Filistinlilerin evleri bombalanır; ortalama İsrail vatandaşı savaş halindeki devletine sessizce ya da alkışlayarak onay ve destek verir.
İsrailli romantik çiftler, ellerinde bira şişeleri ya da termoslarındaki çay ve sırtlarında battaniyelerle Gazze’ye yapılan saldırıyı, gökyüzünden düşen bombaları temaşa eder. O Gazze’de o sırada ölmekte olan insanların zaten “ölmesi gerektiğine” ikna olmuş olarak... Çünkü, onlara göre, o Filistinliler intihar bombası olmuşlar, çok sayıda İsrail vatandaşının ölümüne yol açmışlardır.
Fikir özgürlüğü bir lükse dönüşür; savaş politikanızı eleştirenlere hain sıfatı yapıştırılır. Savaş hukuku, savaş ahlâkı terk-i diyar eder; savaşçılar savaştıkları insanların gözlerini oyar, uzuvlarını kopartır.
Ve tabii, hep düşmanlar çok vahşidir, biz ise en kahraman...
Savaş kasetleri
Savaşlar çıkarken, en çok kimin yüzünden ve en çok hangi sebeple çıktığını anlamak pek kolay olmaz. Çünkü savaşa şu veya bu şekilde katılanların hepsinin “haklı” bir gerekçesi vardır. Kimine göre, milli çıkarlarına halel gelmiştir, kimisi tarihi misyonuna uygun davranmıştır; gelecekteki tehlikelere karşı önleyici saldırı yapmıştır, teröre karşı demokrasi savaşı vermiştir, yabancı güçlerin kontrolündeki iç düşmanları temizlemek zorunda kalmıştır; kimisi de “valla bir şey yapmamış; ötekiler saldırmıştır”...
Tabii ki, bütün bu haklı gerekçelere sahip devletlerin propaganda kasetlerinden başka bir şey duyamayan halklara göre, hep başkaları suçlu ve haksızdır. Aynı kasetler, içindeki sadece “düşman”ın adı değişerek dolaştığı için de savaşın yayılabildiği bütün ülkelerdeki insanların büyük çoğunluğundan koro halinde gökyüzüne doğru aynı sesler yükselir.
İlgili bütün taraflarda otoriter, totaliter, en iyi ihtimalle baskıcı politikaları meşru hale getiren bu savaş halinin en somut sonucunda ise “düşman” fikri elle tutulur bir hale gelir.
Basmakalıp savaş kasetleri, ağzından sular akıtarak düşmanlara lanetler yağdırır.
Kasetlerin devreye sokulduğu her coğrafyada savaş dilinin ve tabii ki yükselen milliyetçiliğin en büyük “dostlarının” ise“düşmanları” olduğu açıktır.
Kâbus dilinin kader olmadığına dair ettiğimiz tepedeki sözün başına dönersek...
Savaş olup biterken suçlu bulamayabiliriz. Ancak bittikten sonra, ortalık yakılıp yıkıldıktan sonra, bazı sebepler (kimlerin çıkarları?)ortaya çıkar. O zaman, o meşhur hikayedeki kıssa devreye girer. Bir bahçeden göz hakkı olarak meyve yiyen kafadarlar, bahçe sahibinden teker teker dayak yedikten sonra,kafası gözü yarılmış Türk, kan revan içindeki Kürd’e döner ve acıyla söyler:
“Bahçe sahibinin en başta Ermeni’yi dövmesine izin vermeyecektik”.
Yani belki de hâlâ dövülmesini engelleyebileceğimiz birileri vardır etrafta...
FERHAT KENTEL / HABERDAR
Yorum Yap