- 17.11.2012 00:00
Geçen pazar günü Avrasya Maratonu‘na katıldım. Boğaz köprüsünden yürüyerek geçmek çok güzeldi. Hem de bu vesileyle spor yapmış oldum.
Maratonda görünebilen kültürel kodlar açısından bakıldığında, “her kesimden insan” vardı. Ayrıca Türkiye’de yaşayan “yabancı” insanlar bayraklarıyla katılmışlardı. Arnavutluk, Nijerya, Bosna bayrakları gördüm mesela. Ama Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olup, kökenine, anavatanına olan duygusunu anlatan insanların Çeçen bayraklarını da gördüm. Trabzonspor bayrağı da gördüm.Kürt bayrağı ve poşu gibi “semboller” görmedim.
Tabii ki en çok Türk bayrağı vardı. Normal... Bir otobüsün üzerinden Belediye Başkanı kortejde geçenlere kendi elleriyle bayrak atıyordu.
Sonra Mehter takımı vardı. Kocaman ses sistemlerinden de çeşitli müzikler yayınlanıyordu. Nihayet nasıl bir şey olduğunu öğrenebildiğim “Gangnam Style” da vardı. Ve “10. Yıl Marşı” da çalınıyordu. Daha ziyade İslami kültürel havzaya ait olanların katılmadığı bu marşı, kültürel işaretlerinden “çağdaş” oldukları anlaşılan insanlar hep bir ağızdan söylediler. Ve çok önemli bir an; Atatürk’ün o meşhur kısık sesi hoparlörlerden duyulduğu zaman bu kesimin kadınlarının bazılarının gözlerinde bir iki damla yaş gördüm.
Yani herşey biraradaydı. Ve “milletçe biraradaydık” gibi olsun diye milletin üzerine herşey boca edilmişti.
Max Weber Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı kitabında Protestan ahlakının, kapitalizme katkısını anlatırken, özellikle Kalvinistlerin cenneti hak etmek için nasıl çok çalıştıklarını, çalışmaya kutsal bir boyut kattıklarını anlatır. Protestanlara göre zenginlik cennetliktir; bunun için, kazandıkları paraları har vurup harman savurmamaları, tasarruf yapıp biriktirmeleri gerekir. Weber’e göre bu birikim kapitalist sermaye birikimidir.
Weber’in bu kitabındaki en önemli tesbitlerden biri ise gayet “dindar” bir şekilde zenginleşen Protestanların ahlakının zaman içinde bizzat “kapitalizmin iş ahlakı”na dönüşmesidir.Yani zaman içinde Protestanların adı belki “Protestan” kalmıştır ama yaptıkları işin dindarlıkla alâkası kalmamış; herşey kapitalizmin serpilip gelişmesine, kısaca ruhuna uygun hâle gelmiştir. Sonuç olarak hayatın her alanı “çıkarların” maksimize edilmesine uygun olarak, “rasyonel” bir şekilde örgütlenmiş; eski zamanların kutsallıkları, dinsellikleri, inançları kalmamış; dünyanın ve hayatın “büyüsü” bozulmuştur.
Ancak Weber, neredeyse bütün hayatı boyunca aşmak için uğraştığı Karl Marx değildir ve büyünün bozulmasını acıklı bir şekilde izlerken (çünkü bu süreç ona göre “kaçınılmazdır”), vahşi kapitalist gelişmeye, sömürüye, çatışmaya fazla dikkat etmez. Ve bu “çatışma”ya dikkatimizi Marx çeker.
İşte bugünlerde bizim memleketteki siyasal aktörlerin, özellikle AKP’nin tepesinde yürütülen siyasete ve AKP’nin etrafında oluşmuş olan yeni sınıfların (özellikle beton kule dikme sevdalılarının) arsızlığına, sadece adı “yerel” olan yönetimlerin meydanları, mahalleleri “dönüştürme” hırsınabakıldığında dinin ve geleneklerin verdiği tevazula yola çıkanların, tam da Weber’in anlattığına benzer şekilde, yolun sonunda tevazula ve dindarlıkla alâkalarının pek kalmadığı görülüyor.
Ama mesele sadece bir tevazu kaybı değil; aynı zamanda Marx’ın gözümüze soktuğu “çatışma”nın kendisidir. Yani bütün dünyada olduğu gibi, Weber’in Protestanları, Marx’ın kapitalistleri hâline gelmiştir. Para, çıkar, başarı adına ve sadece kendinden menkul bir “akıl” ya da “araçsal-dogmatik bir rasyonellik” görüntüsü altında, bu siyasal ve sosyal sınıfın kendi dışında kalan herkes aşağılanabilir, atılabilir, sürülebilir yaratıklar hâline gelmiştir.
Sulukule bu şekilde boşaltılmış, boşaltılan yerlere yeni arsız sınıflar utanmadan yerleşmişler;“vitrinleştirilecek” ve içine yeni nezih insanların yerleştirileceği Tarlabaşı’nda bu şekilde taş taş üstünde kalmamış, Zeytinburnu’na kibirli kuleler dikilmiş, bu şehrin insanlarına sormaya, onlarla tartışmaya tenezzül etmeden, “ben zaten en iyisini bilirim” mantığıyla Taksim’de kışla ve diğer ucube projelere, 3. köprülere bir anda karar verilebilmiştir.
Üstelik bizim memlekette, Weber’in ve Marx’ın Protestankapitalistlerininkinden öteye, bu kibri daha da olanaklı kılan bulunmaz bir hazine vardır. Bu, her bir Türk’ün —dindarlar dâhil— daha çocukluğundan itibaren beynine zerk edilen “Kemalizm”dir.
Yani bugün bizim “Kemalist- Protestan-kapitalistlerimiz“in, kafa göz kırarak kurmaya giriştiği bir “millet” söz konusu. Bu millet “inşa” edilirken “1453“ adı altında dibine kadar kapitalist girişimler;“1071- 2071“ sembolleri; diğer yandan da açlık grevi yapanlara, BDP’ye karşı, tek parti döneminin ırkçılığının dili devreye giriyor.
399 hafta geçmiş... Cumartesi Anneleri, 24 Kasım’da 400. kez gene Galatasaray’da oturacaklar. Devletin güvenlik güçleri tarafından gözaltında kaybedilen evlatlarının, eşlerinin, kardeşlerinin, anne ve babalarının akıbetlerinin açıklanması, sorumluların yargılanması talebiyle yıllardır kamu vicdanına sesleniyorlar.
“Kemalist-Protestan-Kapitalist bir millet“in kalbinde belki bir vicdan parçası bulunabilir diye...
ferhatkentel@gmail.com
Yorum Yap