- 20.06.2012 00:00
Bu topraklarda Sünni Müslümanlar uzunca bir zamandan beri çoğunluk cemaatini oluştursalar da, hiçbir zaman dindarlık kimliğini birincil sayan bir yönetim ortaya çıkmadı.
İslami cemaat devlet tarafından kayırılmanın güvencesiyle yaşadı ve cemaat içi normları tahkim etme imkânı buldu. Cumhuriyet dönemi laiklik üzerinden İslami kimliği kamusal alanın dışına itince, bu cemaatleşme mağduriyet hissinin yapıştırıcı gücü sayesinde daha da pekişti ve içe kapanma halini rasyonalize etti. Bunun doğal sonucu, dindar duyarlılığı kimlikleştirmiş olanların ötekilerin nasıl yaşadığından ziyade, kendi yaşam alanlarının idame ettirilmesiyle ilgili olmalarıydı. AKP dönemi sadece siyasi değil, psikolojik açıdan da radikal bir dönüşüm... Çünkü ilk kez Sünni Müslümanlar kendi cemaatsel sınırlarının ötesinde, 'ötekileri' de yönetiyor. Ne var ki yönetime ait iç normlar hâlâ cemaatçiliği aşabilmiş değil. Dolayısıyla dindarların önemli bir bölümü kendileri için doğru sayıp istedikleri düzenlemelerin, 'ötekiler' için de geçerli olmasında bir beis görmüyor. Oysa bu yöntemle hem toplumun genelini yönetmek hem de demokrasi olmak mümkün değil. Geçmişte laik kesimin benzer yaklaşımı İslami cemaatin ayrışmasına neden olmuştu. Bugün dindar hükümetin benzer tavrı da laik cemaatin ayrışmasına neden oluyor...
Kürtaj konusu tipik bir örnek... Açıktır ki teorik açıdan kürtaj bu ülkede de serbest veya yasak olabilir. Ancak bu iki durum arasında simetri yok. Serbest olması halinde isteyen kendi inancı nedeniyle kürtajdan kaçınabilir, ama yasak olduğunda isteyenin kendi inancına göre kürtaj yaptırması mümkün olamaz. Serbestlik ahlaki tercihi öne çıkarırken yasaklama bizzat ahlaki olanı yıpratır, çünkü meseleyi siyasi/ideolojik kavganın parçası kılar.
Buna karşılık "Madem her şeyin serbest olması savunuluyor, o halde cinayet işlemek de serbest olsun!" türünden bir muhakeme akla gelebilir. Birçoğumuz için şok edici olabilir ama buna gerçekten de bir engel bulunmuyor. Diğer bir deyişle, şu an cinayeti serbest kılan bir medeniyet içinde yaşıyor olabilirdik ve bunun gelecekte olmayacağının garantisi de yok. Cinayetin serbest olmamasının tek nedeni, insanlığın kendi deneyimiyle ürettiği konsensüs. Kısacası herhangi bir 'yasağın' meşruiyeti ancak böyle bir ortak ve genel kabullenme ile sağlanabilir. Ama eğer bir konuda henüz o noktada değilseniz, yasaklar yasağa karşı çıkanların meşruiyetini üretmeyle sonuçlanır.
Diğer taraftan insanlık doğaya karşı işlenen birçok cinayeti serbest kılmış durumda. Demek ki cinayet konusunda kategorik bir ahlaki tutarlılığa da sahip değiliz. Böylece mesele kendi türümüzün korunması mülahazasına dönüşüyor. Bu bağlamda türümüzün her bireyinin hayata ne zaman başladığı sorusu kritik hale gelmekte, çünkü kürtajı yasaklamak için hayatın daha önceden başladığını savunmak durumundayız. Burada bir tartışma yok. Cenin tabii ki yaşamakta olan bir varlık. Ancak sorun şu ki, ceninin öncesinde de hayat var ve bu silsileyi ilk hücre oluşumuna kadar geri götürmek mümkün. Öte yandan her hücre insana dönüşmüyor, çünkü bu sadece potansiyel bir gelişme ve birçok durumun oluşmasına ve oluşmamasına bağlı olarak gerçekleşiyor. Yani hayat bizim onu fark etmediğimiz bir noktada başlıyor ve sonrasında bilerek ve bilmeyerek kendi tercihlerimiz sonucu onu etkiliyor ve sıklıkla potansiyel insanı öldürebiliyoruz.
Bu süreçte genetik kodları bir yana koyarsak, hamile kadının bireysel alışkanlıkları ve tercihleri tek belirleyici konumunda. Hamilelik süresinin nasıl yaşandığını, kadını ruhsal ve fiziksel açıdan 'tam olarak' nasıl etkilediğini ise bilmiyoruz. Kadından kendisini nasıl etkileyeceğini bilmediği bir yükümlülüğü taşıması bekleniyor. Buna karşılık kadın kürtajın da kendisini nasıl etkileyeceğini bilmiyor... Ama bir karar veriyor ve doğa bu kararı ona bırakıyor. Birileri yasaklasa da, yasaklamasa da...
Meseleye daha da geniş bir açıdan baktığımızda, insanı merkeze alan yaklaşımların doğanın ve inananlar açısından Allah'ın hükmüne kıyasla ne denli süfli kaldığını da görmekte yarar var. Zihnimiz kendimizi ve çevremizi belirli bir 'somutlukta' algılamamız üzere oluşmuş. Oysa her canlı aynı gerçekliği farklı algılıyor. Eğer nükleer boyuta inersek, hepimiz içinden kâinatın akıp gittiği birer boşluğuz. Bu gerçeklik karşısında hayat hangi noktada başlıyor diye sormak da o kadar anlamlı gözükmüyor.
Hasbelkader bu dünyayı başka canlılarla paylaşan bir türüz ve kendimizle ilgili en temel doğruları bile hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Yapabileceğimiz ve 'bize ait' olan tek şey, birlikte yaşayabilmeyi öğrenmekten ibaret. Yaşananlar ise bu konuda bile neredeyse hiçbir ilerleme sağlamadığımızın kanıtı. Konsensüsün olmadığı her alanda gelecek herhangi bir yasak bu yetersizliği pekiştirmekten başka işe yaramıyor. Unutmayalım ki dinlerin doğruları söylediğini de bilmiyor, sadece inanıyoruz. Dahası dindarlık insan olmanın şartı olmadığı gibi, dindarlar ve dinsizler ebediyen birlikte yaşayacak ve cemaatçilik aşılamadığı sürece meşruiyet zaafı da bitmeyecek.
Yorum Yap