- 1.03.2012 00:00
Toplumlararası sorunları gözlemleyenler genellikle tarafların psikolojik ve ideolojik bir 'eşiği' aşmasından söz ederler.
Atıfta bulunulan ve aşılması beklenen engel, toplumların aynı olayı çok farklı biçimlerde yeniden inşa edebilmeleridir, çünkü hepsi de o olayı kendi tarihçilerinden öğrenir. Eğer söz konusu olay iki toplumu ayırıcı bir nitelik kazanmışsa, bu kez kimlikleşir de... Yani insanlar belirli bir yorumu kendi kimliklerinin parçası kılarlar. Bu durum bazen daha da katmerlenir, çünkü bazı ülkelerde toplumlar devlete rehin düşmüş durumdadır. Kimliğin sahibi toplum değil, devlettir ve toplum da bu kimliği kaybetmemek uğruna devletin dilini benimser. Böylece eşiğin aşılması imkânsız hale gelir.
Türk/Ermeni meselesi ve özellikle 1915 tehciri de Türkiye Cumhuriyeti Devleti için tabulaştırılmış bir eşik hüviyetinde. Bunun başlıca nedeni, zamanında açıkça telin edilmiş, bir toplum suistimali ve insan hakları ihlali olarak kayda geçmiş, üzerinde açıkça konuşulup yazılmış olan bu olayın unutulma arzusunun çok derin olmasıdır. Olayın devlet boyutunda bu arzunun gerekçesi belli: Türkiye Cumhuriyeti, kendisini Osmanlı geçmişinden bir kopuş olarak resmetse de, gerçekte İmparatorluğun tüm kurumsal yapısını devraldığı gibi, İttihatçıları da mebus, ideolog, bürokrat ve işadamı olarak yeni rejime taşıdı. Bugün bizler Kemalist ve Cumhuriyetçi bir tarih anlatısı ile beslendiğimiz için, Cumhuriyet'in kuruluş yıllarını Mustafa Kemal'in bireysel beceri ve öngörüsüne bağlamaya alışkınız. İtiraf etmek gerek ki bu rahatlatıcı açıklama sayesinde tarihin yükünden tümüyle kurtulmak mümkün olabiliyor. Çünkü tek kişinin benzersizliğine ve yüceltilmesine dayanan bir tarih söylemi, aslında tarihi de ortadan kaldırıyor. Oysa yeni rejimin kuruluşu bir koalisyon üzerinde yükseldi ve İttihatçılar bu koalisyonun asli parçalarından biriydi. Dolayısıyla devlet açısından bakıldığında sorun 1915 değil, İttihatçılığın bir zihniyet olarak tüm Cumhuriyet dönemini belirlemiş olması, yani ortada rejimin meşruiyetine ilişkin bir gri alanın bulunmasıdır. Örneğin Türkiye'nin tarih komisyonundan söz etmekle birlikte, bunu devletlerarası platforma tıkama gayretinin de nedeni muhtemelen budur. Nitekim eğer istenen tarihte ne olduğunun gerçekten de öğrenilmesi olsaydı, şimdiye kadar bu komisyonu Türkiye zaten kendisi kurardı. Ne var ki gerçeklere bakan bir komisyon Türkiye'nin bizzat kendisiyle hesaplaşmasını ima ediyor ve devlet bundan açıkça ürküyor.
Diğer taraftan 1915 ve sonrası, Türkiye'nin Müslüman toplumu için de tabulaştırılmış bir eşik. Yıllara yayılan devlet bağımlılığı ile birleşen özgüven eksikliği, ötekinin düşmanlaştırılmasını işlevsel kılmış, bu arada el değiştiren zenginlikler meselesi devletin içindeki o gri alana itilebilmiştir. Nitekim bugün bakıldığında '1915 ve sonrası' ibaresinin asıl önemli kısmı 'sonrası' kelimesinde gizli. 1923-26 arasında Kemalist rejim üç kanun çıkarmıştı: Birincisi yurt dışındaki Ermenilerin dönüşünü yasakladı, ikincisi belirli bir süre yurt dışında olanların vatandaşlık haklarını ilga etti, üçüncüsü ise belirli bir süre yurt içinde yaşamayanların mallarına devletin el koymasını mümkün kıldı... Bu gayrimeşru ganimetçi yaklaşım, daha sonra Varlık Vergisi ve vakıf mallarının müsaderesi ile devam etti ve Ermeni cemaatinin yüzyıllara dayanan ortak zenginliği devlete yakın olanlardan başlayarak tüm topluma yayılan bir 'faydalanma kültürü' yarattı.
Haksızlık yapmamak lazım... Bugün değişen bir şeyler var. Vakıf mallarına ilişkin AKP'nin ilk dönemde attığı adım iade yolunu açmıştı. Geçen milletvekili seçiminin sonrasında çıkan yasa ise, 1936 beyannamesinde yer alan mülkün aidesi ve üçüncü şahıslara geçenlerin de tazmini için kapı açıyor. Bu sadece kısmî bir çözüm... Munzam vakıf malları hâlâ müsadere altında. Ancak demokratikleşme süreci domino taşlarının art arda yıkılması gibi bu meseleyi de normalleştiriyor ve gerçek eşiğin iki toplum arasında değil, Müslüman Türk toplumun kendi kimlik dünyasında olduğuna işaret ediyor.
Aylar önceki bir yazısında Abdülhamit Bilici soykırım dayatmacılığından haklı olarak şikâyetçi olurken, soykırımı kabul etmenin neredeyse aydın olmanın önkoşulu haline geldiğine dikkat çekiyordu. Ancak bu durumu farklı yorumlamak da mümkün: Belki de nihayet Türkiye'de de 'aydın' olmak basmakalıp ideolojik klişelerin savunulması olmaktan çıkıp, önce 'kendine bakma' anlamına gelmeye başladı. Nitekim Bilici'nin vurguladığı üzere "milli tezleri dile getirecek, birikim sahibi, demokrat ve saygın isimler yok denecek kadar az." Çünkü bu anakronizmin ta kendisi olurdu... 'Milli tezlerin' gerçeği yansıtmadığı bir ülkede, demokrat insanların bu yükü taşımaması doğal. Türkiye toplumu demokratlaştıkça içimizdeki eşiğin eridiğini ve başkalarıyla aramızda varsayılan eşiklerin de bir devlet tasavvuru olduğunu daha iyi anlayacağız.
Yorum Yap