- 22.01.2014 00:00
Bizim ülkemizde psikoloğa gitmek gibi bir âdet yok. Batılılar anlamayabilir ama aslında ihtiyaç da yok.
Çünkü bizde köşe yazarları var… Sıkıntısı olan, psikolojik rahatlama ihtiyacı duyan, sabahın köründe daha üzerinden pijamasını veya geceliğini çıkarmadan kendisini rahatlatacak köşe yazarıyla ‘buluşuyor’ ve günün geri kalanında kendisini iyi hissediyor. Nasıl psikologlara belirli aralıklarla gidiliyorsa, insanlarımız da makbul köşe yazarlarını belirli aralıklarla, araya fazla zaman koymadan okumak, gerekli olan yatıştırıcı ve destekleyici ‘dozu’ almak durumundalar. Gerçeklerin bulanıklaştığı, zihinlerin karıştığı, vicdanların yörüngesini kaybettiği dönemlerde bu dozun her gün alınması gerekebiliyor ve dolayısıyla ihtiyaç sahipleri birden fazla köşe yazarını bir araya getiren özel ‘paketler’ geliştiriyorlar. Hele bunların önemli kısmı aynı gazetede yazıyorsa, tüketici açısından iş daha da kolaylaşıyor, her gün ‘kendi’ gazetenizi alıp bir dini ayin takip edercesine başından sonuna (gerçi bazıları tersten okumayı severler ama) hatmederek güne, hayata ve kavgaya sağlam başlıyorsunuz.
Bu türden okuyucular ayrık otlarından da pek hoşlanmıyorlar ve onların bu duygularını anlamak hiç de zor değil. Tam her yönüyle sizi tatmin ve teçhiz eden bir gönüllü endoktrinasyon seansının ortasındayken, çizginin dışına çıkan ‘abes’ bir yazının gözünüze sokulması gerçekten de hoş değil. Gazetelere tavsiyem eğer bu tür yazarları varsa onları olabildiğince okuyucudan gizlemeleridir. Çünkü maazallah o kadar çaba üç-beş aykırı cümlenin yapay parıltısı altında kaynayıp gidebilir ve daha da kötüsü okuyucunun zihninde ‘garip’ soru işaretleri yaratabilir. Söz konusu ‘abes’ yazıların en önemli özelliği ele aldıkları olaya mesafe almaları ve olayın bütünlüğünü gözden kaçırmamalarıdır. Onca hararetli bıçak bileyleme yazısının yanında bunlardan bir tane bile olsa soğuk duş etkisi yaratır ve işin tadını kaçırır. Bu yazılarda ‘gerçekten de ne oluyor?’ sorusu merkeze oturtulmakla kalınmaz, insanı bunaltacak bir ısrarcılıkla ille de bu noktanın önemli olduğu vurgulanmaya çalışılır. Oysa okuyucuların çoğu için tabii ki bu bir abesle iştigaldir. İhtiyacımız, içinde olduğumuz saflaşmanın ortak duruşunu tahkim edecek olan o günkü mühimmatın tarafımıza açıklıkla ve kullanılabilir hale getirilerek sunulmasından ibarettir.
Gazetelerin en iyi yazarları bu işi aksatmadan ve daha da iyisi çıta yükselterek yapanlarıdır. Her gazete bu yazarlarını sayfaların tepesine oturtur, ön sayfadan anonsunu yapar ve okuyucuya kimi okuması gerektiği konusunda çok kıymetli bir rehberlik sunar. O yazarlar da bu iltifattan memnun olurlar ve kendilerini ifade ederken daha da cesaret kazanırlar. İşte bu cesaretin en önemli tarafı ‘abes’ yazarların yaptığının tersini yapmanın giderek normalleşmesidir. Yani yaşananlara mesafe alma ve olaylara bütünlüğü içinde bakma kaygısı iyice anlamsızlaşır. Yazarlar freni patlamış kamyonlar gibi hareket etmeye başlarlar. Herhalde kendi durumlarının da son derece farkında olmalılardır, çünkü aynen bilinçli psikologlar gibi, kendi yaptıklarını başka aktörlere yükleme konusunda olabildiğince maharet sergilerler.
Misal, ‘bizim’ cenahtaki şu ‘freni patlamış kamyon’ benzetmesini düşünelim. Hükümetin bu halde olduğu belli... Ama yargı adına davrananların da aynı durumda olduklarını görmek çok mu zor? Ya da ‘kuvvetler ayrılığı’ muhakemesini ele alalım. Bunun bir denge/fren sistemi olduğu ve karşılıklılık ilkesi içinde hayata geçmesi gerektiği sıkça vurgulanıyor. Ardından da yargının yürütme ve yasama üzerinde fren olmasının altı çiziliyor. İyi de, yasamanın da yargı üzerinde fren olması doğal değil mi? Hele yargı mensuplarının halk tarafından seçilmediği, ama yasamanın serbest seçimlerle oluştuğu bir ülkede… Popüler tezlerimizden biri de yargı bağımsızlığına ilişkin. Bu konuları yazan makbul yazarların hiçbirinin ‘meşruiyet’ kavramından söz etmemesi ilginç bir ‘tesadüf’. Çünkü bir ‘demokratik hukuk devletinde’ her şeyin olduğu gibi, yargı bağımsızlığının da bir meşruiyeti olması, bu irade alanının belirli bir zemine oturtulması lazım… Herkesin bildiği üzere bunun koşulu da yargının tarafsız olması. Nitekim yargı mensuplarının yasama tarafından seçiminin de altında bu meşruiyet arayışı yatıyor. Ne var ki okuyucunun aradığı sakinleştirici (yoksa uyuşturucu mu demeliydi?) dozu vermekle kendisini mükellef addeden yazarların böyle kaygıları olmuyor. Aslında onlar işlerini yapıyorlar ve eminim okuyucunun ‘Allah hepinizden ayrı ayrı razı olsun’ temennisi ile de fazlasıyla iktifa ediyorlar.
Yorum Yap