- 16.01.2014 00:00
Yürütme ile yargı arasındaki iktidar savaşı giderek çıplaklaştı. İki taraf da kendi meşruiyet sınırını aşmakta tereddüt etmedi.
Yargının hükümete yönelik darbe girişimine hükümet de aynen yargıya darbe hamlesi ile cevap verdi. Bu arada kullanılan araçlar neredeyse tümüyle anlamsızlaştı. Ne yolsuzluklar ne de bazı yargı mensuplarının görevlerini aşan davranışları artık birincil öneme sahip değil. Bu tür ithamların gerçek payı taşıdığını biliyoruz ama onların büyük fotoğraf karşısında basit detaylar olduğu kanaati de giderek yerleşiyor. Soru bu iktidar savaşının sonucunu belirleyecek olan meşruiyeti nerede aramamız gerektiği. Çünkü nihayette o meşruiyeti hakem sandalyesine oturtacağız.
Batı demokrasisi yargıyı bir ‘hakem’ olarak tasavvur eder ve işini baskı altında kalmadan yapabilmesi için de bağımsız olmasını zorunlu kılar. Yargı bağımsızlığının meşruiyeti ise tarafsız olacağı varsayımından kaynaklanır. Çünkü ancak tarafsız olan bir yargıyı bağımsız kılmak gerçekten adil bir ‘hakem’ ortaya çıkarabilir. Aksine tarafsız olmayan bir yargıyı bağımsız kıldığınızda, söz konusu yargının ideolojik ve siyasi nedenlerle alabileceği tutumlar yasama ve yürütme üzerinde vesayet oluşturmakla kalmaz, yargının bir iktidar alanına dönüşmesine neden olur. Batı demokrasisi bu sorunu yargı mensuplarının seçim yöntemi ile büyük ölçüde çözebilmiştir. Basitçe söylersek, çoğulcu kurumlar yaratabildiğiniz ve alınan kararları da olabildiğince nitelikli çoğunluğa bağlı kılabildiğiniz ölçüde, yargının kendi içinde hata düzeltme kapasitesi artar ve topluma güven vermesi mümkün olur. Eğer yargı içindeki atamaları ve kariyer düzenlemelerini de bu kurala bağlarsanız, en alt düzey mahkemelerin bile güvenilirliği olacaktır. Ama böyle bir sistem bile bizatihi meşru değildir. Yargı içinde siyasetin egemenliğinin dengeler yaratarak törpülenmesi belirli bir nesnellik ve adalet imkanı yaratsa da, toplum açısından bakıldığında yargının niçin ‘bu insanlardan’ oluştuğunun cevabı yoktur. Sadece bir mesleği seçmiş olmak ve bir sınavı kazanmakla, bütün diğer insanların kaderi üzerinde söz sahibi olmanın anlaşılır bir mantığı olamaz. Dolayısıyla Batı demokrasi modelinde yargı mensuplarının ‘kim’ tarafından seçildiği kritik önemdedir, çünkü yargının toplumla bağını kuracak olan meşruiyetin kaynağı buradadır. Tahmin edilebileceği gibi bütün Batı demokrasilerinde bu seçim doğrudan veya dolaylı olarak halkın iradesine dayandırılır. Yani prensipte halk yargı mensuplarını seçer ve onların nesnel ve adil davranmalarını sağlayacak mekanizmayı da belirler. Sonuçta ne yasama ne de yürütme yargının iç işleyişine müdahale edemez ve aldığı kararları ihlal edemez, ama yasama yargının ‘nasıl’ oluşacağına ve çalışacağına karar verir.
Böyle bir sistemde hükümetin yolsuzluk yaptığı anlaşıldığında siyasetçilerin kaçar yeri yoktur. İstifa müessesesi devreye girer ve eğer istifa edilmezse hükümetin meşruiyeti hızla azalır. Çünkü toplum yargıya güven duymaktadır ve eğer bir yanlış suçlama varsa bunun da ortaya çıkacağından emindir. Ama ya böyle bir güven olmasaydı? Ya toplum yargının siyasi bir aktör olduğunu bilerek meselelere bakıyor olsaydı? O durumda yolsuzluk suçlamasının ikincil konuma düşmesinden daha doğal bir durum olamaz. Hele ortada meselenin siyasi olduğuna dair kanaat oluşturacak sayısız belirti varsa, toplumun yürütme ile yargı arasındaki iktidar savaşını önemsemesi ve bu alanda duruş geliştirmesi kaçınılmaz olur.
Türkiye’deki durum bu… Biz bir Batı demokrasisi değiliz. Biz henüz ‘demokrasi öncesi’ bir noktadayız. Yolsuzluklar demokrasilerde çok önemlidir ama demokrasi öncesini yaşayan toplumlarda sıradan vakalardır. Buna karşılık yargının tarafsız olmaması demokrasilerde düşünülemez ama bu da bizim için alışılagelmiş bir durumdur. Türkiye bugün hâlâ demokrasi olmaya uğraşıyor. Önce demokrasi olacaksınız ki, demokrasi içi ilkeler ve temayüller geçerlilik kazansın ve halk nezdinde anlamlı olsun. Bunun olmazsa olmaz koşulu ise yargının tarafsızlığını garanti eden bir toplumsal sözleşme geliştirebilmektir. Burada kast edilen sadece yazılı bir anayasa değil. Toplumun birlikte yaşama iradesinin mevcudiyeti. Eğer hâlâ kendisi için güç devşirmeye çalışan ve kimliksel farklılıklara dayanan çeşitli cemaatlerden oluşan bir ‘toplumsanız’, siyaset bu mücadelenin adıysa ve yargı da siyasetin bir alanıysa, daha demokrasi falan değilsiniz demektir. Dolayısıyla kaçınılmaz olarak yürütme ve yargının dışından bir hakeme ihtiyacımız var ve demokrasiye yönelmek istiyorsak bu hakem kaçınılmaz olarak halkın kendisi olacak.
Yorum Yap