- 8.05.2013 00:00
Yıllar önce Yeni Demokrasi Hareketi siyaset sahnesine çıkarken, Türkiye'deki siyasî hareketleri basit bir şema üzerinde haritalandırmıştık. İki eksenin oluşturduğu yüzeyde, eksenlerden biri siyasî hareketlerin kendilerini hangi kültürel kimlikle tanımladıklarıydı.
Bir uçta dinsel ve etnik duyarlılığın öne çıktığı gelenekçi bir tutum, diğer uçta ise laikliğin ve bilimselciliğin hakim olduğu modernist bir anlayış yer almaktaydı. İkinci eksen olarak ise siyasî hareketlerin kendi meşruiyetlerini nerede aradıklarını sormuştuk. Bu meşruiyeti kabaca devlette veya toplumda aramak mümkündü ve bunlar da o eksenin iki ucunu meydana getirmekteydiler. Türkiye'de gelmiş geçmiş bütün siyasî partileri bu yüzeyin üzerine yerleştirdiğinizde ortaya çarpıcı bir görüntü çıkmaktaydı: Partilerin hemen hepsi meşruiyetini devlette aramıştı ve 1950'lerin Demokrat Parti'si, ya da Özal'ın ilk dönem ANAP'ı gibi toplumsal meşruiyet arayan siyasî hareketler de kısa bir zaman içinde diğerlerine benzemekten kurtulamamıştı. Oysa Batı dünyasında siyaset esas olarak meşruiyetini toplumda arayan partiler arasında yaşanmaktaydı. O dönem yeni yükselmekte olan Refah Partisi'nin bu anlamda ‘devrimci' bir nitelik gösterdiğine işaret etmiş ve kültürel açıdan gelenekçi bu partinin yanında hem meşruiyetini toplumda arayan hem de modernist nitelikleri kucaklayan bir harekete ihtiyaç olduğunun altı çizilmişti. Geçen sürede RP bugünün AKP'sine evrilip yerini sağlamlaştırırken, laik kesimde aynı ihtiyaç halen geçerliliğini koruyor…
Diğer taraftan yaşanan yirmi yıl kaçınılmaz olarak tüm siyasî atmosferi etkiledi ve yeni değerler üretti. Devletçi meşruiyete sarılmak bizatihi olumsuz bir tutum olarak algılanmaya başlandı. Doksanların ortasında çizdiğimiz iki eksenli çerçeve bir bütün olarak toplumsal meşruiyet yönünde kaydı. Bugün ideolojik olarak ‘devletçi' özelliklerini sürdüren CHP ve MHP bile artık kendi sosyolojik tabanlarına daha çok dayanmak zorundalar. Bu eğilimin toplumsal değişim sayesinde gerçekleşen, ama sonuçta başlı başına bir siyasî reform olduğunu öne sürmek mümkün. Dolayısıyla siyasî hareketleri bugün haritalandırmak istediğimizde, toplumsal meşruiyet ölçütü artık o denli açık seçik bir farklılaşma yaratmayabilir. Bunun yerine, gelecek tahayyülünün öne çıktığı başka bir ölçüt giderek daha anlamlı gözüküyor. Siyasetin amaçladığı devlet ve toplum yapısının ne olduğu sorusu öne çıkıyor. Böyle bakıldığında, bir uçta var olan devlet ve toplum tasavvurunun devam ettirildiği statükocu, diğer uçta ise söz konusu tasavvuru bugünün ‘evrensel' ilkelerine göre dönüştürmek isteyen reformcu anlayışın yer aldığı bir eksenden yararlanabiliriz.
Böylece karşımıza yine iki eksenli bir haritalandırma çıkacak ve eksenlerden biri kültürel kimliği, diğeri ise değişimciliği ifade edecek. Parlamento'da olan dört siyasî partiyi bu çerçeve içine yerleştirdiğimizde, her birinin rakipsiz olarak bir alanı işgal ettiği gerçeğiyle karşılaşıyoruz. CHP modernist ve statükocu, MHP gelenekçi ve statükocu, AKP gelenekçi ve reformcu, BDP ise modernist ve reformcu… Böyle bir dengeli dağılımda ‘siyaset' konjonktür ve atmosfere bağlı olarak iki büyük gerilim içinde yaşanabilir. Biri modernist/gelenekçi, diğeri ise statükocu/reformcu çatışmasını ima eder. Kritik unsur ise toplumsal destek, yani oy oranları ve en büyük oya sahip partinin tercihi olacaktır. AKP'nin yüzde elli oy oranı, gerilimi istediği takdirde MHP ile birlikte modernist/gelenekçi, ya da BDP ile birlikte statükocu/reformcu bir çizgiye yöneltebileceğini söylüyor. Dolayısıyla altı çizilecek ilk sonuç, bugün yaşanmakta olan süreçte AKP'nin bilinçli olarak son kertede reformculuğu gelenekçiliğe tercih etmesinin etkili olduğudur. Bunu arka planda besleyen önemli bir unsur ise, siyaseti gelenekçi/modernist eksende tutmanın bizatihi statükoculuğu ifade etmesi, oysa statükoculukla reformculuk arasındaki çelişmenin giderek kültürel kimliklerden sıyrılmasıdır. Geçmişte modernist duruşla reformculuk arasında varsayılan bağ çoktan kopmuş durumda. Reformcu bir perspektiften bakıldığında, modernist yaklaşım artık bir tür gelenekçilik olarak görülüyor ve üstelik diğer gelenekçi tutumların manevi içeriğinden de yoksun bulunuyor. Kısacası işin temelinde toplumun geniş kesiminde geçerli olan bir büyük zihinsel kayma var… Cumhuriyet rejiminin bize sunduğu siyaset yelpazesini bir bütün olarak reddetmeye ve toplumsal meşruiyeti reformculuk üzerinden arayan yeni bir siyaseti içselleştirmeye hazırlanıyoruz.
Yorum Yap