- 1.05.2013 00:00
Başbakan Erdoğan devletin Dersim'de yapmış olduğu katliamdan ötürü özür dilediğinde, muhtemelen birçok kişi aynı yaklaşımın 1915'le ilgili olarak da gündeme gelebileceğini düşünmüştü.
Bu adımın daha kolay olduğu da söylenebilirdi, çünkü Dersim Cumhuriyet döneminde yaşanmışken 1915 Osmanlı dönemine aitti ve bugünün hükümetiyle bağı olduğunu söylemek mümkün değildi. Ne var ki böyle bir çıkış hiç de zannedildiği kadar kolay değil…
Öncelikle Ermeni meselesi, dış politikasının temeli anti-Hıristiyan olan bir imparatorluğun parçalanma sürecine denk geldi. Bu durum hazmedilmesi hâlâ mümkün olmayan bir küçük düşme psikolojisi üretti ve rahatlamak üzere ‘nankörlük' veya ‘ihanet' eylemlerinin varlığından medet umuldu. Örneğin Ermeni komitacıların yüz binlerce Türk'ü öldürdüğüne ve Rusları desteklediğine ilişkin söylemler bu işlevi gördü. Oysa eğer çete savaşlarından söz ediyorsak kabaca 1890-1915 arasında her iki taraftan da 30-50 bin kişinin öldüğünü söyleyebiliriz. Öte yandan Ermenilerin yaptığı kitlesel katliamlar, daha önce Rusya'ya kaçmış olanların 1916 sonrasında Rus ordusu ile birlikte intikam için dönmeleriyle ilişkilidir. Daha önceki Rus desteğinin ebadı ise birkaç bin kişilik bir militan grubun varlığına işaret eder. Kısacası Ermeni toplumunun tümünü kapsayan genel bir ihanet söyleminin temeli olmadığı gibi, söz konusu olgular 1915'te devletin yaptıklarıyla mukayese edilebilir ölçek ve anlamda değildir. Ancak bu söylem yaralanmış ‘Türk bilincinin' yarasına kabuk arama ihtiyacına işaret eder ve bu nedenle de olguların irdelenmesini gerektirmeksizin tekrar edilip durulur.
İkinci olarak, 1915 dünyanın geri kalanının gözünde Dersim'den çok farklı bir yerde durmakta ve özellikle Hıristiyan nüfusu çoğunlukta olan ülkelerin hassasiyetine mazhar olmaktadır. Kimse Dersim'i hatırlatmazken, Batı âlemi 1915'i her yıl hatırlatmayı ihmal etmiyor… Bu farklılık Dersim'i bir iç mesele olarak bırakırken, 1915'i dış politikanın ana unsurlarından biri haline getirmiş durumda. Dolayısıyla 1915 toplumun kendi geçmişi olmaktan çıkarak, ilgilenilmemesi gereken, devlete teslim edilmiş bir konuya dönüşüyor.
Bunlara ‘sözün ağırlığını' da eklemek gerek. Dersim konusunda Aleviler bile yıllarca sessiz kaldılar, çünkü Sünni cemaatin baskısından fazlasıyla çekmiş oldukları için ‘laik' devletin yanında yer aldılar. Böylece Dersim, hatırlanmasında yarar görülmeyen bir yol kazasına dönüştü. Oysa 1915 belirli bir tarihten sonra uluslararası platformlarda konuşulur hale gelmekle kalmadı, bir suçlamayı ima etti ve Türkiye devleti de bu konuda resmi bir söylem geliştirdi. Sonuçta Ermeni meselesine ilişkin tutum ve söylem Türk kimliğinin parçası haline geldi. Oysa Dersim devlet söylemi açısından bakir bir alandı ve yük almadan konuşulması mümkündü…
Nihayet bir yandan İttihatçılık ile Kemalizm arasındaki hem ideolojik hem de sisteme ait süreklilikler, diğer yandan Sünni Hanefi İslam anlayışının Osmanlı düzeninde tahkim olan ‘din-u-devlet' algısı, Anadolu çoğunluğunun devletin dışında bir tutum sergilemesini halen çok zorlaştırıyor. Düşünün ki 1915'te devlet zaten failin kendisi. Din ise çözümü sağlayacak bir birleştirici faktör değil…
Bu tablo hem İslami kesimin niçin böylesine ikircikli olduğunu, ama aynı zamanda niçin bu meselenin ancak İslami kesimin taşıyıcılığı altında normalleşebileceğini söylüyor. Çünkü 1915'e ilişkin olarak üzerinde en az yük taşıyan kimlik İslam… Ancak Müslüman toplumun bu adımı atabilmesi kendisini devletten bağımsızlaştırmasına, diğer bir deyişle devleti ‘yeniden' kurmasına bağlı… Dolayısıyla içinden geçtiğimiz çözüm süreci ile birleştirdiğimizde değişimin sıralaması şöyle gözüküyor: Önce barış olacak, ardından demokrasi doğru gidilecek, bunun sonucunda ‘yeni' bir devlet kurulacak ve ancak o zaman Türkiye'de 1915'e ilişkin sahici bir tartışma yaşanacak.
Öte yandan asıl önemli olanın ‘özür' değil, ‘tanıma' olduğunu ekleyelim. Her iki tarafa da gerçekten iyi gelecek olan şey yapılanların ve yaşananların tanınmasıdır. Böylece devletin özür dileme baskısından kurtularak geçmişle ve gerçekle helalleşmesinin de önü açılabilir. Ne de olsa ‘tanıma' akılla yapılacak bir eylem olduğu ölçüde devlete daha uygun. Özür ise bir gönül, vicdan ve duyarlılık meselesi olduğu ölçüde devletlerin ağzında araçsallaşmaya çok müsait… Devletten özür bekleyerek özrün muhtaç olduğu tevazuyu ve samimiyeti anlamsızlaştırmaktansa, herhalde artık daha sahici, eskiyi kucaklayan bir ‘yeni' birlikteliğin peşinden gitmeliyiz. e.mahcupyan@zaman.com.tr
Yorum Yap