- 18.04.2013 00:00
AKP iktidara geldiğinde karşısında birbiri ile bağlantılı üç mesele birden buldu: Vesayet meselesi, Kürt meselesi ve meşruiyet meselesi.
İktidarını sağlama almak ve anlamlı kılmak için siyaseti asker ve yargının eline teslim eden rejimi değiştirmesi gerekiyordu ama bu rejimin sakıncalı saydığı kimliklerden birini taşımaktaydı. Dolayısıyla böyle bir hamleyi yapmakta ne denli meşru olduğu ucu açık bir soruydu. Öte yandan Kürt meselesi şiddetin bir stratejiye dönüşmesine neden olmuştu ve mücadele güvenlik bürokrasisine, yani vesayet sistemine dayanmayı gerektiriyordu. Kürt meselesinde müzakere yolu ise meşruiyet zaafı çeken bir iktidar için fazlasıyla riskliydi. Bu çoklu açmaz karşısında AKP en akıllıca hamleyi yaptı ve açmazın ‘dışına’ çıktı: AB reformlarını referans alarak hem vesayet sisteminin üzerine gitti, hem Kürt meselesini yumuşattı, hem de meşruiyet zaafını bir nebze giderdi.
Ancak bu yapı 2008 sonrasında bozuldu. Küresel kriz AB’yi sarsmış, Müslüman göçmenler üzerinden oluşan ayrımcı bakış Türkiye’nin önünü tıkamıştı. Buna karşılık aynı küresel gelişmeler Türkiye’nin kendi bölgesinde etkili olma potansiyelini ortaya çıkarmıştı. Balyoz ve Ergenekon davalarının da benzer bir ikili işlevi oldu: Bir yandan hükümetin elini güçlendirip özgüvenini artırırken, aynı zamanda özellikle yurtdışında meşruiyetini de yeniden sorgulatır hale getirdi. Hükümetin güvenlik bürokrasisi ile ilişkisi de aynı derecede ikircikliydi: Asker ve yargının üzerine gidiliyor, siyasetin alanı açılıyordu ama o açılan siyaset alanı siyasetle dolmuyordu. Aksine Kürt meselesinde şiddet ve mücadele mantığı devam ettirilmek zorunda kalınıyor ve bu sayede güvenlik bürokrasisinin çeşitli parçaları sanki bağımsızlaşarak aktörleşiyordu.
AKP hem yöneten hem de istediği gibi yönetemeyen, hatta giderek istemediği gibi yönetmek zorunda kalacak bir iktidar olma tehlikesi ile karşı karşıyaydı. Bunun olası bir sonucu başkalarının istediği gibi yöneten, yani eski rejimle koalisyon içine girmiş bir AKP idi… Ne var ki bu partinin kodlarında farklı bir duyarlılık ve berraklık da var. Başbakan’ın geçirdiği ameliyat sonrasındaki ilk demecinde söylediği üzere, bu hareketin ‘tarihe karşı bir sorumluluğu’ bulunuyor. Hükümet söz konusu sorumluluğun gereği olan adımı 2010 yılında referandum ile attı. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayabileceğini ima eden kırılma anı budur. Halkın verdiği destek AKP’nin önündeki her üç meseleyi de çözücü nitelikteydi. Alınan oy vesayet sisteminin bitirilmesini desteklerken partinin bu işi yapacak meşruiyete de sahip olduğunu onayladı. Ama arada bir adım daha atılmıştı... Başbakan tam referandum öncesi Öcalan ile görüşmenin kapısını açan bir beyanda bulunmuş ve zımnen müzakere yöntemini oya sunmuştu.
Dolayısıyla referandum Kürt meselesinin çözümünde yeni bir yaklaşımın niyetini ortaya koyarken, yeni bir anayasaya da ‘giriş’ niteliğindeydi. Ne var ki Suriye’deki kargaşanın tarihsel bir imkân yarattığını düşünen Kürt siyaseti, şiddetin bağımsızlık getirebileceğini sandı ve bu süreçte hükümet de oluşturduğu ‘yeni’ güvenlik bürokrasisinin PKK’yı yeterince geriletebileceğini öngördü. Harcanan iki yılın ardından bugün yeniden referandum sonrasına ve onun yarattığı potansiyelin eşiğine geldik. AKP’nin önünde her üç meseleye de nihai neşteri atacağı bir süreç var… Eğer Kürt meselesinin müzakere üzerinden, yani siyaset çerçevesinde çözüme doğru yönlenmesi, eski rejimden kurtulmuş bir anayasa ile birlikte hayata geçebilirse, bu AKP’nin ve hem meşruiyet zaafını tümüyle gidermesi hem de iktidarını uzunca bir süre daha kalıcı kılması anlamına gelecek. İşin ilginç yanı, söz konusu muhtemel ‘tek parti dönemi’ daha özgürlükçü ve demokratik bir Türkiye’yi ifade edecek. Bu yeni dönemin norm ve standartları muhtemelen hâlâ Batı demokrasilerinin gerisinde kalacak ve yapılacak ‘yeni’ anayasa sadece bir geçiş anayasası olacak. Ama belirleyici olan şey, yeterince ‘yeni’ olmasa bile, yapılacak ‘yeninin’ eskisinden epeyce farklı olacağı ve geriye dönüşün önünü keseceğidir.
Türkiye, tarihsel olarak bakıldığında bugün henüz ‘ileri’ bir demokrasi olmaya çalışmıyor. Sadece ‘geri’ bir demokrasiden kurtulmaya çalışıyor. Bunun İslami duyarlılığı olan geniş kitlenin partisi tarafından hayata geçirilmesi tarihin ‘mantığını’ yansıtıyor. Ama aynı zamanda bu değişim, sürecin yumuşaklığını sağlaması açısından bir lütuf… Türkiye zamana yayılmış bir devrim sayesinde, kendi tarihinin zorlama bir parantezini kapatıp, normale avdet ediyor.
Yorum Yap