- 25.11.2012 00:00
Kürt siyasetini yürütenler, belki de Türkiye'nin diğer bütün siyasi aktörleri gibi siyasetten geleneksel bir kurnazlığı anladıkları için, siyasetin hakları vurgularken sorumluluktan kaçınmak olduğunu düşündüler.
Böyle düşünmeyenler ise hayatın akışı içinde elimine oldular ve bu toprakların kolaycı yaklaşımı o cenaha da egemen oldu.
Siyaset, insanî olanla şiddet eylemleri arasında bir köprüyü, gerektiğinde kullanıma sokulacak bir araçsallığı ifade etti. Hiçbir zaman siyasetin bizatihi anlamı ve değeri takdir edilmedi. Böylece siyasetin ve sivil siyasetçinin alanı giderek daraldı. Sözüyle insanî olanı vurgulayan ama aldığı pozisyonla şiddeti destekleyen patolojik bir siyaset biçimi doğdu. Bu konum sol/liberal aydınlar tarafından da beslendi ve Kürt siyasetinin temel stratejisi tüm sorumluluğun karşı tarafa yüklenmesi şeklinde somutlaştı. Kürt meselesinde devletin asli sorumlu olduğu açık olsa da siyasetin bundan farklı olarak bir başka sorumluluk ima ettiği kasıtlı olarak gizlendi. Devletin geçmişte yapmış olduğu her şeyin manevi yükünü şu anki hükümete yükleyerek onu ‘devletleştirmek' kurnazca bir yol olarak görüldü. Oysa Kürtlerin haklarını alabilmesi şu an yönetenlerin kendilerini geçmişten kopartmalarıyla mümkündü. Bu açıdan bakıldığında Kürt siyaseti açık bir biçimde ‘akıl eksikliği' sergiledi. Çatışmanın derinleşmesi kurumsal fayda sağladığı için, çatışmanın çözümü de şiddete bağımlı kılındı. Ama bu çözümün ertelenmesinden başka bir sonuç vermedi...
PKK'nın şiddet yönteminin tüm toplumda bilgisizlik ve duyarsızlık hakimken, demokratik normlar henüz gelişmemişken uyarıcı bir işlevi olduğunu inkâr etmek zordur. Ne var ki bugün ne öyle bir duyarsızlık var, ne de zihnimizdeki ‘doğru' kavramı aynı yerde sayıyor. Eğer hükümetin diline yansıyan duyarsızlık bahane ediliyorsa, bunun PKK çizgisinin siyaset alanını boşaltması sayesinde seslendirilebildiğini de görmek gerekiyor. Çünkü siyasetin yerini şiddetle doldurduğunuzda, karşı tarafın kolaycılığı da onları sözün şiddetine savurabiliyor ve onlar da bunu kendi çıkarlarına bulabiliyorlar.
Kürt meselesinde ahlakî, tarihsel ve hukukî sorumluluk tabii ki esas olarak hükümete ait... Ancak siyasi sorumluluk bu hakların hangi meşruiyete dayandırılarak nasıl formüle edileceğiyle ilişkilidir ve bu alanda esas sorumluluk hak talep edene ait olmak zorundadır. Çünkü durumu değiştirmek isteyen ve bu değişikliğin ‘normal' sayılmasını isteyen odur... Eğer sorun siyaset çerçevesi içinde çözülecekse, bunun anlamı tüm topluma konuşabilen ve ona muhatap olabilen bir duruş üretilebilmesidir. Öte yandan eğer sorunu şiddetin ürettiği zorlamalarla ‘çözmek' sevdasında iseniz, toplumu bir kenara koyup eli silah tutanı muhatap alma peşinde koşarsınız. Bu tür bir yaklaşım AKP öncesinde belirli bir mantığa oturuyordu, çünkü Kürt meselesinin sahibi askerdi. Ama artık öyle değil... Sorunu siyaset ve siyasetçinin hakim olduğu bir alanda çözmek zorundasınız. Yani sizin de siyasetçi olmanız gerekiyor...
Kürt hareketi ise bugün hâlâ ‘siyaset'ten çoklu yöntem stratejisini anlıyor ama bütün o yöntemlerin nihayette şiddet tercihini olumladığını göz ardı ediyor. Ana strateji şiddet olduğunda ise, yapılan her şey, örneğin açlık grevleri, gayri ahlakî bir araçsallaştırmanın parçası olarak algılanıyor. Bu durumun sonuçlarından biri PKK/BDP çizgisinin Türkiye toplumu açısından bir ‘muhatap' olma ihtimalinin zaman içinde giderek zayıflaması oldu. Böylece vatandaşlık bağlamında yeri olan kimlik talepleri, giderek ayrılıkçılığın satır arasına dönüştü. Toplumun oyuna fazlasıyla bağımlı olan AKP hükümeti de, toplumun muhatap almadığını muhatap kılacak adımı atmak istemedi.
Boşuna değil, PKK ve BDP yöneticileri her fırsatta kimin hangi konuda ‘muhatap' olduğunu vurgulayıp duruyorlar. Ama ne yazık ki ‘diyerek' muhatap olunmuyor. Bunun için siyaset yapmak, topluma hitap etmek, meşruiyeti sadece hak üzerinden değil, yürütülen siyaset üzerinden devşirmek gerek. Kısacası şiddeti bir kenara koyabilmek, ona muhtaç olmadan da bütün hakları isteme gücünü gösterebilmek gerek.
Açıkça söylemek gerekirse, demokratik normlarda ve ülkenin sosyolojik zemininde yaşanmakta olan değişimi veri aldığımızda, devletin vatandaşlık anlayışının Kürtlerin kimliksel haklarını dışlayacak şekilde yapılması artık çok zor. Konjonktürel olarak yapılsa bile böyle güdük bir vatandaşlığın yaşaması mümkün değil. Türkiye eğik bir zemin üzerinde istese de istemese de daha demokratik bir düzene doğru kayıyor. Yeter ki Kürt siyaseti yerinde saymasın... e.mahcupyan@zaman.com.tr
Yorum Yap