- 24.10.2012 00:00
Postmodern dönemin küreselleşme ile birleşmesi İslami dünyanın genelinde bir tür ‘yeniden doğuş arayışına' neden oldu. Postmodern dönemin en kritik özelliği modern Batı'nın içeriden eleştirilmesi ve zaaflarının ortaya konmasıydı.
Giderek önemli hale gelecek olan tespitlerden biri, modern tasavvurun farklı kültürleri bir arada tutacak bir felsefi ve siyasi zemine sahip olmadığının altının çizilmesiydi. Göçmen dalgasının Müslümanları Batı'ya taşıdığı bir dönemde, Batı'nın entegrasyondan anladığının aslında asimilasyon anlamına geldiği vurgulandı. Bunun nedeni Batı'nın entegrasyon meselesine bireysel bazda bakması, oysa Doğulu göçmenlerin aynı sürece cemaatsel tepkiler vermesiydi. Dolayısıyla Batı'nın entegrasyon politikaları Doğu'dan gelenler için asimilasyonu ima etti ve bu da cemaatçi özneleşmeyi daha da pekiştirdi. Öte yandan küreselleşme farklı kültürlerin bir arada yaşayabilmesini kolaylaştırmakla kalmayıp zorunlu da kılıyordu. Bu tespitler geleceğin dünyasının salt modern Batı tarafından inşa edilemeyeceğini, Müslüman Doğu'nun da bu inşada payının olacağını söylemekteydi.
Türkiye'nin Müslümanları bu yeni entelektüel tartışmadan etkilendiler. Batılı düşünürleri referans alan, onlardan öğrenmeye açık bir dindar nesil ortaya çıktı. Böylece kendine yeni bir gözle bakmayı mümkün kılan bir zihni sentez oluşmaya başladı. 28 Şubat bu açılımı daha da anlamlı kıldı ve siyasi bağlamda da işlevselleştirdi. Refah Partisi içindeki yenilikçi hareket bu ortamda doğdu ve modernlikten veya Batı'dan çekinmeyen, kendisini onunla eşdeğer görmekle birlikte onun parçası olmaktan gocunmayan bir Müslüman aktör yarattı. Söz konusu ‘yeniden doğuşun' itici gücü özgüvendi… Türkiye'nin Müslümanları küresel dünyada kendilerinin de etkili olacaklarını ve oluşacak dünyanın kendi kültürlerini göz ardı edemeyeceğini sezgisel olarak bilerek yola çıktılar.
Bu özgüven AB reformlarının kapısını açtı. Çünkü hem kendi eksik ve yanlışlarımızın açıkça söylenebilmesini sağladı hem de ortada bütün bu eksik ve yanlışları yükleyebilecek bir ‘eski' rejim vardı. Askeri vesayete dayanan Kemalist sistem, Türkiye'nin yanlışlarını bir mıknatıs alanı gibi kendisine çekerken, İslami toplum ve siyaset anlayışını ve söz konusu aktörleri kendiliğinden aklamış oldu. Bu nedenle yeni doğan partinin adının ‘ak' olması anlamlıdır. Sıradan dindarlar için ima edilen ‘temizlik, dürüstlük' gibi nüanslar, entelektüel kesimde bir yeniden doğuş ve yeniden inşayı ifade edebiliyordu. AKP iktidarı ilk döneminde askeri vesayeti sona erdirmeye yönelik kararlı bir duruş sergilerken, AB reformlarını da benimsedi ve birbirini besleyen bu iki stratejik tercih sayesinde Türkiye'yi geri dönüşü zor bir noktaya taşıma gayreti gösterdi. Bu çabanın başarısız olduğu söylenemez. Bugün her iki alanda da daha yapılacak çok iş olmasına karşın, artık normlar değişti. Diğer bir deyişle eskiye dönüşün ‘doğru' olarak algılanma ihtimali kalmadı. Bugün esas eleştiri artık iktidarın niçin daha hızlı ilerlemediği, niçin durduğudur…
Laik kesimin yazar çizer ve konuşurları bu eleştirinin dozunu giderek artırmaktalar. AKP'nin ‘değiştiğini', başlangıçtaki misyonundan uzaklaştığını vurguluyorlar. Öncelikle bu partinin laik kesime bir misyon sözü vermiş olduğunu söylemek herhalde pek anlamlı olmayacaktır. Unutmamak gerek ki AKP laik kesim içinde sadece bir avuç demokratın desteğine sahip oldu ve sosyolojik açıdan bakarsak laik kesime ‘rağmen' iktidara geldi. Öte yandan AKP'nin asker ve AB konularında daha ‘tutucu' bir tutum sergilediği de açık. Acaba bu bir sapma mı, yoksa zaten var olan bir özelliğin daha da güçlenerek bir başka kritik eşiği geçmesi mi? İkinci ihtimal çok daha gerçekçi ve açıklayıcı… AKP'nin askerle bir uzlaşma araması ve AB reformlarında kendi zamanlama ve içerik tahditlerini öne çıkarması, daha da yükselmiş olan özgüvenle ilgili. Bu özgüvenin oluşmasında beş neden var: Seçim başarısı, dünya ekonomik sorunlarla kıvranırken Türkiye'nin bu süreci yüzünün akıyla geçmesi, askerin bundan böyle siyasete tabi olacağına ilişkin alınmış olduğu düşünülen güvence, AB'nin siyaseten çifte standardı ima eden bir tutum izlemesi ve Arap Baharı.
Bu unsurların her birinin son derece kırılgan ve temelsiz olduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki bir siyasi aktörün tercih ve davranışlarını anlamak için, onun zihni dünyasının içinden bakmak ve kendisini nasıl algıladığını, nasıl konumlandırdığını görmek zorundayız. AKP yanılıyor veya kendisini kandırıyor olabilir. Ama laik kesimin bilmesinde yarar var, hâlâ kendisini reformcu ve dönüşümcü olarak görüyor. Hâlâ ‘inşa' dönemindeyiz ve bu yolda tek başına yürümek zorunda olduğunu düşünen bir iktidara sahibiz.
AKP'nin dünyasının temel olarak ataerkil zihniyete dayandığı, bunun kendi doğrularından çok emin bir yönetim tarzı ortaya çıkardığı, toplumsal itirazların had veya kadir bilmemek olarak görüldüğü, bu partinin ve ona destek veren kitlenin demokratlıktan halen epeyce uzak olduğu doğru. Ama bu öyle kolay değişecek bir şey değil ve daha önemlisi laik kesimde bir silkinme olmadan değişmesi de zor.
Yorum Yap