- 21.10.2012 00:00
Avrupa’da demokrasi talebinin yükseldiği bir dönemde kurulmasına karşın, yıllarca tek parti yönetimi altında yaşayan, 1930’lardan sonra ortaya çıkan faşist rejimleri hararetle bağrına basmış olan bir ülkeden söz ediyoruz.
Türkiye, Ali Bayramoğlu’nun sıkça altını çizdiği üzere toplumun siyaset, siyasetin ise devlet tarafından kuşatıldığı bir yer. ‘Cumhuriyet’, devletin dizginlenmiş, törpülenmiş ve şekillendirilmiş bir siyaset üzerinden ‘makbul’ vatandaş ve devlete biat eden cemaatleşmiş bir toplum yaratmasını ifade etti. Demokrasi bağlamı içinde bakıldığında burası normalleşmeyi hazmedemeyen, bu ihtimalden ürken ve onu sürekli olarak ertelemeyi bir ‘devlet bilinci’ haline getirmiş bir ülke. Normalleşmenin toplumu veri almayı ima etmesi bu ürkekliğin temelinde yer alıyor, çünkü tarihsel mirasımız toplum olmayı bilmeyen, ancak farklı cemaatlerin yan yana olabilirliği deneyimini yaşamış olan bir halk olduğumuza işaret ediyor. Dolayısıyla toplumdan yola çıkarak gidilecek yollar da büyük ölçüde tıkalı. Her kimlik kendi cemaati içinden dışarıya bakıyor ve toplumsal bütünlüğe yabancılaşıyor. Buna karşılık hak talebinin de salt vatandaşlık üzerinden elde edilemediği, ancak cemaatleşerek edinildiği bir siyaset geleneğinden geliyoruz. Bu nedenle devlete sahip olanlar toplum denen şeyden korktular, onu takip ve kontrol edilmesi, denetlenmesi ve zapturapta alınması gereken bir kişiliksizlik yumağı olarak gördüler. Demokrasinin kaçınılmaz olarak siyaseti ve sivil toplumu öne çıkarması ile birlikte de, hem siyaseti hem de sivil toplumu ‘kamusallaştırdılar’. Üniversiteler, medya ve siyasi partiler devletin ‘iyi’ çocukları olma yarışına girerken, demokrasilerin hakemlik müessesesi olması gereken yargı tümüyle devletin doğrudan yürütme gücüne dönüştürüldü. Sistemin aktif kollayıcılığını yapan askerin aynı zamanda rejimin ideolojik referansı olduğunu da hesaba kattığımızda, karşımızda tek kelimeyle bir otoriterlik ucubesi çıkıyor…
AKP hareketi bu sistemi ve rejimi değiştiriyor. Bunu belirli bir insanlık idealine göre değil, cemaatsel pragmatizmin gereklerine göre yapıyor. Tarihin bir ironisi olarak, çoktan alt edildiği sanılan ama statükoyu pekiştirmek için hayali bir tehdide dönüştürülen dindarlık, bu kez modernleşerek ama ataerkil zihniyetini koruyarak otoriter rejimin karşısına dikiliyor. AKP’nin tarihsel ve sosyolojik başarısının ardında hem 1990’lardan sonra İslami kesimde yeşeren ‘şahıslaşma’ ve modernliğe entegre olma eğilimi var, hem de her şeye rağmen dindarlık üzerinden bir cemaat olarak kendini yeniden üretebilme yeteneği… Eğer Kemalizm tam olarak başarılı olabilseydi, açıktır ki bugün ne AKP olabilirdi ne de ona İslami kesimden gelen itiraz sesleri. Türkiye’de rejim toplumu modernliğe doğru götürme kaygısı taşır gözüktü, ama öncesinde modernliği yeterince budadıktan ve onu kamusal alanın daraltılmasını sağlayan bir araca indirgedikten sonra... Dolayısıyla bizdeki modernliğin demokrasiyle, yani toplumsal çeşitlilikle, o çeşitliliğin yarattığı taleplerle ve karşılaşmaların ürettiği melezleşmelerle ilgisi olmadı.
Ne var ki küresel dünya bu çeşitliliği besledi ve karşılaşmalara imkan verdi. İslami kesim dönüştü ve en büyük cemaat olarak siyasete ağırlığını koydu. Ancak bu değişim ille de bir zihniyet dönüşümünü ifade etmiyordu. Nitekim İslami hareketlilik ve onun uzantısı olan AKP, dün de bugün de esas olarak ataerkil anlayışı sürdürüyor. Yapılan ve yapılmayan reformların anlamı ancak bu zihniyetin içinden yapılacak bir analizle anlaşılabilir. Yoksa reform yaptığında AKP’yi demokrasi havarisi gibi, reformlardan uzaklaştığında da bir tür despot gibi algılayabilirsiniz. Bugün AKP’nin tek adamı öne çıkaran, demokratik adımları atmayan tavrını şiddetle eleştirenlerin, biraz da iktidarın ilk yıllarında aynı partinin nasıl olup da reformcu olduğuna şaşırmaları gerekir. Tavır farkını veri alıp AKP değişti diyenler, belki de aslında kendi sınanmamış varsayımlarının yarattığı sorular karşısında aciz kaldıklarını itiraf etmiş oluyorlar. Belki de söz konusu iki tavır belirli bir zihniyetin içinden bakıldığında tutarlıdır ve sadece konjonktürel durumun davet ettiği bir taktiksel farklılığı ima etmektedir.
Herhangi bir aktörü anlamadan, dünyaya onun zihni üzerinden bakmadan eleştirmek, nihayette kendi küçük dünyamızda kendi küçük kavgamızı yapmaktan başka sonuç vermez. Son günlerde özellikle laik kesimde AKP üzerinden yürüyen ve garip bir hezeyana dönüşen tartışma da bu zaafla malul. Hele Türk-İslam sentezi türünden klişelerle analiz yapılması, iktidar partisi ve onun tabanına ilişkin olmanın ötesinde, Türkiye’deki kendi ötekimizle ilgili olarak da ne denli bilgisiz ve içgörüsüz olunduğunu ortaya koyuyor.
Doğruları söylemek siyaset değil… O doğruların başkalarına ve tercihan değiştirme gücüne sahip olanlara ulaşması lazım. Bu ise onları anlamayı gerektiriyor. Yapılanları anlayışla karşılamak zorunda değiliz, ama niye yapıldığını yapanın dünyasından anlamıyorsak yarış başladığı halde kendi yerinde eşelenen atlara benzeriz.
Yorum Yap